
1.Bölüm / Ölü Doğmak
Evimizin dış kapısı hiç görmediği kadar insan görmüştü o gün. Daha önce hiç açılıp kapanmadığı kadar açılıp kapanmıştı. Evde ciddi bir karmaşa, keşmekeş hakimdi. Herkesin yüzünde telaş ve korku… Ve en unutamadığım şey, onlarca insanın bana acıyan gözlerle bakışlarıydı. Hissettiğim ilk şeylerdi bunlar. Tanıdığım herkesi bana acıyan gözleriyle tanımıştım. Bunların üzerine kurulmuştu tüm hayatım.
O gece beş yaşındaydım. Annem kendini kaybetmiş, kimseyi görmez haldeydi. İşin korkunçluğu yüzüme, annemin yanına gidip ona sımsıkı sarıldığımda söylediği şeyle vurulmuştu: ‘Bu kim?’ Ben kimdim? Annem beni tanıyamamıştı. İşte o anda şu koca dünyada koca koca insanların arasında kendimi yapayalnız hissetmiştim.
İçerdeki odada babam öylece yatıyordu. Doktorlar başında toplanmış ilginç aletlerini göğsünde gezdiriyorlardı. Kapının başında meraklı bakışlarıyla insanlar… Benim orada olduğumu fark edince şiddetle beni oradan uzaklaştırmışlardı. Evet çocuktum, ancak aptal değildim. Babam ölmüştü. Bana anlatılan onca hikayeye uzun zaman boyunca inanıyormuş gibi yapsam da biliyordum. Babam o gece ölmüştü ve kendime dair hatırladığım ilk anım buydu. Ben babamın ölümüne doğmuştum.
2.Bölüm / Yaşamak Korkusu
On yıl, beş yıl, on ay, on hafta… Saya saya tüketmiştim ömrümü. Yalnızca iki günüm kalmıştı. Son iki gün. Kırk sekiz saat. İçimde korku diyemeyeceğim ilginç bir his vardı. Rahatlamıştım bile diyebilirim. Kendimi bildim bileli bu anı beklemiştim. Öleceğim günü.
Yarın öleceğinizi bilseydiniz ne yapardınız sorusunu birçok kez duymuştum. Son gününü sevdikleriyle güzel şeyler yaparak geçirmek istediğini söyleyen onlarca insan… Halbuki işin aslını bir tek ben biliyordum. Ancak kimseye anlatmaya cesaretim yoktu. Zaten hiçbir şeye cesaret edemezdim. Hiçbir zaman söylemek istediklerimi söyleyemez, yapmak istediklerimi yapamaz, yaşamak istediklerimi yaşayamazdım. Kendimi bildim bileli kaçıyordum. Her şeyden, herkesten… Kovaladığım tek şey ölümdü. Şimdi son günlerimde anlıyorum da korktuğum, kaçtığım şey hiçbir zaman ölüm olmamış. Yaşamaktan kaçmışım bunca sene. Ne zaman öleceğimi biliyorum diye.
Bu yüzden çoğu insanın dediği gibi sevdiklerimle vakit geçirmek istemedim son günlerimde. İki gün sonra öleceğini bilen bir insan sevmeye cesaret edebilir mi? Bir insana, bir kalbe dokunmayı bırak; herhangi bir şeyi sevebilir mi?
İnsan ne zaman öleceğini bildiği an ölüyor.
Şimdi şu son iki günümde ne yapacağımı düşündüğümde aklıma hiçbir şey gelmiyor. Fakat bunca yıldır kaçtığım herkes zaman yaklaştıkça daha da ağırlaşıyor, daha da sert oturuyorlar kalbime. Annemin, bunca zaman görmezden geldiğim annemin koynunda ölmek istiyorum. Beş yaşımdan beri bir kez bile sarılamadığım anneme sarılmak istiyorum. İçinde ölümümden bir parça bırakacağım herkesle yüzleşmek, vedalaşmak istiyorum.
Zamanında kaçtığım sevmelerin belki de en büyüğü: Nişanlım Sena… Öyle yaşamak istemiştim ki onun sevgisiyle. Her gün uyanmayı iple çekmek, dünyanın her zerresinin bana keyif vermesi, onun için yaşamak, yaşamak için yaşamak, yaşamayı sevmek… En sonunda bana yaşadığımı hissettiren her şeyden kaçtığım gibi ondan da kaçmıştım.
Ben ölü doğmuştum. Ne sevmeye ne sevilmeye ne de yaşamaya hakkım vardı.
Fakat işte şimdi; son iki günüm kalmışken hepsini, tüm kaçırdığım sevgilerimi, sarılmalarımı, hepsini birden yaşamak istiyordum. Ölmeden önce bir kez olsun yaşamak!
Bir an olsun bile yaşamamış biri nasıl ölebilirdi ki?
3.Bölüm / Son 48 Saat
Bu sabah ilk iş, uzun zaman sonra tıraş oldum. Aynadaki adamı ilk bakışta tanıyamamıştım. Her aynaya baktığımda gözlerimde bana acıyan bakışlar olurdu. Beynime kazınmış onlarca insanın bana acıyan o bakışları toplanır, kendi gözlerime saplanırdı. Bugün ise ilk kez kendime acımadan bakmayı başarmıştım. En güzel bildiğim neyim varsa giydim ve dışarı çıktım.
Annemin evine gitmeye karar vermiştim. Yıllar sonra onu görmeye kararlıydım. Yürüye yürüye vardım eski evime. Altı katlı binanın en tepesine tek tek merdivenleri aşarak ulaştım. Her basamakta birer birer kararıyordu içimde yeni doğan güzellikler. Her basamak anneme ilk ve son kez sarıldığımı hatırladığım o andı. Her basamak ben ona sarıldığımda annemin sorduğu ‘ Bu kim?’ sorusuydu. Kapının önüne ulaştığımda içimde sevmeye cesareti olan tek bir parçam bile kalmamıştı. Anında geri dönmeye karar vermiştim. Fakat tam o anda önünde durduğum kapının öbür tarafından sesler duymaya başladım. Annemin kapıya yaklaşan ayak seslerini duyduğum anda korkudan titremiş, ne yapacağını bilmez bir haldeydim. Kapının yanından çatıya doğru yükselen merdiven basamaklarına hızlıca çıkıp sırtımı duvara yasladım. Kapının kilidinin her çevrilişi beynimde şimşekler çaktırıyordu.
En sonunda kapı açıldı. Önce elleri, sonra yüzünün bana dönük tarafını komple örtmüş saçlarını gördüm. Usulca elindeki çöp torbasını kapının kenarına bıraktı. Ben de usulca ağlıyordum. Gözyaşlarım yavaşça süzülüyordu yanaklarımdan.
Çok isterdim. Başını çevirsin, beni tanısın, sımsıkı sarılsın, başımı okşasın çok isterdim. Yine tanımamıştı beni, yine görmemişti. Bir süre o merdivenlerin üzerinde heykel gibi kalakaldım. Sonra koşar adımlarla terk ettim orayı. Son kez baktım, son kez kaçtım o evden. Son kez kaçtım yaşamaktan.
Akşamüstü olmuştu. Güneşin batışı eşliğinde gezdim sokaklarında, bu her şeyinden tiksindiğim şehrin. Evime kadar yavaş yavaş yürüdüm.
4.Bölüm / Son 24 Saat
Şehrin en büyük meydanı bana ayrılmış. Merkezinde kocaman bir heykelin bulunduğu meydanın tek merkezi benim. Heykel ortadan kaybolmuş. Etrafımda ise binlerce insan. Daire şeklinde sıra sıra dizilmişler çevremde. En kısalar en ön sıralarda, uzunlar arka sıralarda sıralanmış. Böylece hepsinin yüzünü çok net bir şekilde görebiliyorum. Tek bir bakış kaçmıyor gözlerimden. Kanlanmış gözler, mimiksiz taş gibi suratlar. Hepsinin gözleri bana dönük, tek tek dövüyor beni. Her bakışta bana acıyan, bana üzülen gözler… Bana acıyan, ağlayan binlerce insan… Giderek insan kalabalığı artıyor. İyice çoğalıyorlar. En sonunda tüm şehir bir koro gibi bana ağlıyor.
Gördüğüm son kabuslardan biriydi bu. Son günüme bu kabusla uyandım. Ölümümden bir gün öncesi! Yataktan kalkacak halim, başımı kaldıracak gücüm yoktu. Aklımda ise tek bir şey vardı: Sena…
Belki de ölmeden önce yapmak istediğim tek şeydi: Ondan özür dilemek, ona her şeyi anlatmak.
Tüm acılarımın yükünü onun sırtına yüklemeli miydim gitmeden? Seni seviyorum ama ölüyorum. Veya seni ölüyken bile seviyorum demeli miydim? Sadece içim rahat etsin diye onda bir aşk doğurup, bir günde öldürmeli miydim!
Bugün son günüm. Ben bugünü hep bir rahatlama olarak hayal etmiştim. Ancak içim içime sığmıyordu. Bunca yıldır içimde taşıdığım her şeyi kusmak istiyordum. Kontrol edemediğim, sonlandıramadığım bir istek. Ölüm, insanın kontrol edemediği taraflarını besliyor. Aklım ne kadar bunları istese de vücudum tam tersini söylüyordu. Bedenim bir sülük gibi yatağa yapışmış ateşler içinde yanmaya başlamıştı. Her nefesim bir eziyete dönüşmüştü. Biliyordum, ölüm geliyor; yavaş yavaş eritiyordu hayat dediğim her şeyi.
Fakat bir şekilde kendimi dışarı atmayı başarmıştım. Aklım başımda değil, ayaklarım ve bedenim bana itaat etmeyi yavaş yavaş bırakıyor, yürümek bile ıstırap veriyordu. Aklımda tek bir şey var: Sena. Ölmeden önce yapmak istediğim tek şey: Son kez onu görmek. Bir kez olsun kaçmamak. Bir kez olsun ölümden kurtulmak…
Tüm vücudum giderek halsizleşiyor. Ezbere bildiğim yollar zihnimde birbirine geçmiş. Nerede olduğumu, nereye gittiğimi algılayamıyorum. Ateşim iyice yükselmiş. Güneş yavaş yavaş siliniyor gökyüzünden. Yani ölümüme saatler kalmış. Ne olursa olsun yürümeye devam ediyorum. Ayaklarım neredeyse sürünüyor yerde ama yine de yürümeye devam ediyorum. Nerede olduğumu bilmeden ne yaptığımı bilmeden yürüyorum. Gözlerim yavaşça kapanıyor. Etraf silikleşiyor. Hiçbir şey görmüyorum. Hiçbir şey hissetmiyorum ama yürümeye devam ediyorum.
Gözlerimi açtığım ilk an gökyüzündeki yüzlerce yıldız karşılıyor beni. Hepsi farklı parlaklıktaki farklı güzellikteki yüzlerce yıldız. Bir yıldız kayıyor önce, ardından bir diğeri. İlk kez bir yıldız kaymasına şahit oluyorum. Başımda çok şiddetli bir ağrı. Nerede olduğumu anlamak için zar zor kaldırıyorum vücudumun yarısını. Etrafıma baktığım an anlıyorum her şeyi. Her tarafımda siyah yazılı beyaz mermerden kabirler. Kiminin üzeri çiçeklerle dolu kimininki yalnızca kara toprakla örtülü. Yattığım yerden zar zor kalkıyorum. Ve yatarken başucumda duran o mermere bakıyorum: Babamın adı, doğum ve ölüm tarihi. Tam yirmi sekizinci yaş gününde ölmüş. Tam da bu gece yirmi sekizinci yaş günüm olması gibi.
Mezar taşını görür görmez her şey anlam kazanıyor. Ellerimle kazmaya başlıyorum mezarın üzerindeki toprağı. Tüm gücümle, son gücümle kazıyorum. Bir küçük çukur oluşuyor en sonunda orada. Tam bana göre bir çukur. Tam yirmi sekizinci yaş günüme göre. Usulca yatıyorum kara toprağın içine. Alevler içindeki, ağrılar içindeki vücudumun sonunda dinlenme vakti geliyor. Yavaşça kapatıyorum gözlerimi ve karanlıklara gömülüyor her yer. Karanlıklara gömülüyor her yanım, her yaşadığım, tüm kaçışlarım… Karanlıklar yutuyor hepsini. Ölüm sarıyor her bir yanımı.
5.Bölüm / Yaşamak
Uzun ve derin bir uyku sonucu sanki hafızanızı kısa bir süreliğine kaybedersiniz ya. Nerede olduğunuzu, ne yaptığınızı, ne olduğunu anlamaya çalışırsınız bir süre. İşte bu hislerle uyanmıştım o gün, o kendi kazdığım küçük mezarın içerisinden. Güneş yüzüme sert bir parlaklıkla çarpıyordu. Gökyüzü daha önce hiç olmadığı kadar güzeldi. Kuşlar ahenkle dans ediyordu gözlerimin önünde. Adeta yeniden doğmuş gibiydim. Sonra gerçeklik sert bir tokat gibi çarptı yüzüme. Ölmemiştim!
Kendi kazdığım küçük mezarın içinden çıkarken karşımda elinde bir su kovasıyla yaşlı bir adam bekliyordu. Korkudan titreyen yaşlı bir adam! Tek kelime dahi edememişti uzun bir süre. Dudakları bir yukarı bir aşağı savruluyor ama tek kelime çıkaramıyordu. En sonunda ‘Oğlum…’ demişti. ‘Oğlum ne yapıyorsun böyle…’
Üzerim, kıyafetlerim; ayakta olmama rağmen hala toprak taneleriyle örtülüydü. Aldırmadan sımsıkı sarılmıştım o yaşlı adama. Uzun bir süre sarılmıştım. Şok halindeydi yaşlı adam. Durmadan sayıklıyordu: Oğlum… Her sayıklayışında daha da sımsıkı sarılıyordum ona. Her sayıklayışında ruhumdaki ağırlıklar birer birer ayıklanıyordu.
Kendimi bildim bileli babamın öldüğü yaşta öleceğimi sanıyordum. Buna bir sanrı da denemez aslında. Ben bu düşünceyle doğmuştum. Hep bu günü, yirmi sekizinci yaş günümü beklemiştim. Şimdi ise her zaman olduğumdan daha canlı bir şekilde nefes alıyor, iliklerime kadar hissediyordum hayatı.
Yirmi sekiz yaşında öleceğimi sanmıştım. Halbuki yirmi sekiz yaşında doğacakmışım.
Bunca zaman yaşayamadığım her şeyi yaşama umuduyla, heyecanıyla çıktım o mezarlıktan. Ve yaşamaya en baştan, hem de en güzel yerinden başladım.
Korkmadan, çekinmeden, kaçmadan severek… Bunca zaman zincirlere bağladığım tüm sevgilerimi korkusuzca haykırarak…
——-
Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.