
Demdârân kitabını okuyanlar Hacer Ana’nın beyi, Muallim Sâhib’in babası rahmetli Seyyid Muhammed Muhyiddin’i merak ettiklerini pek çok kez tekraren ifade edince, bu hususta bir yazı yazmanın yerinde olacağı kanaati hâsıl oldu.
Doğum Yeri
1930 yılında, güney Türkistan’da bulunan Cüzcan şehrinin Akça ilçesine bağlı Niyaz Han Çiftliği köyünde dünyaya gelmiş. O bölge bugün Afganistan hudutları içindedir.
Ceyhun nehri bilinirse, o toprakların ruhu iyi anlaşılır: Pamir Dağları’nda doğup Aral Gölüne dökülen Orta Asya’nın en uzun ırmaklarındandır. 2540 kilometre uzunluğundadır. İşte bu nehrin ötesine (mâverâsına), kuzeyinde kalan topraklara “Mâverâhünnehir” denilmiştir.
Neyin ötesidir bu topraklar? Her şeyin ve her yerin ötesidir. İslam tarihinde bu mefhum son derece mühim bir sosyo-psikolojik hatta işaret eder. Zîrâ bu nehrin ötesinde hazine vardır, cevher vardır. Dîvan-ı Hikmet’in yazıldığı Yesi ile Buhara-yı şerif, Semerkand, Hive, Merv ve medeniyetimize ait nice inciler Ceyhun’un ötesinde bulunmaktadır.
Semerkand seykal-î rûy-yi zemîn ast
Buhârâ merkez-i İslâm ü dîn ast
Bu meşhur beyit, “Yer yüzünün en nâdir taşı Semerkand, İslâm ve dînin merkezi Buhara’dır,” mânâsına gelir.
Seyyid Muhammed’in ceddinin kâhir ekseriyeti de Mâverâünnehir bölgesinde yaşamışlardır. Dedelerinden birkaçının isimlerini zikretmekte fayda vardır: Zengi Ata’nın talebesi Seyyid Ahmed Ata, Seyyid Abdullah-ı Zerbahş, Seyyid Alâeddin-i Pârisa, Seyyid Hüsameddîn-i Kitâl…[1]
Zamanın Buhara Emiri, Ceyhun nehrinin berisinde bulunan topraklardan büyük bir araziyi Seyyid Muhammed Muhyiddin’in beşinci kuşak dedesi Seyyid Niyaz Han’a hediye etmiş. Böylece aile Buhara’dan Ceyhun nehrinin berisine yerleşmişler.[2] Kaynaklarda o bölge Seyyid Niyaz Han Çiftliği adıyla zikredilmektedir.[3]
Seyyid Muhammed Muhyiddin’in dünyaya geldiği diyâr her ne kadar Ceyhun nehrinin berisinde olsa da tarih ve kültür bakımından Mâverâünnehir’in tabii bir uzantısı mâhiyetindedir. Ayrıca, bazı kaynaklarda nehrin her iki tarafına da nehrin ötesi kastedilerek Mâverâhünnehir denildiği yazılıdır.
Dünyanın Ahvâli
Seyyid Muhammed buluğ çağındayken bütün dünya Hitler’in Avrupa’da kurduğu dehşetengiz ve yıldırım hızındaki hâkimiyetini görüp parmak ısırmaktaydı. Sonraki yıllarda Hitler mağlup olsa da Kavgam kitabı okunmaya devam edecek ve bazı delikanlıların Hitler gibi bıyık bıraktıkları görülecektir. Dünyanın her yerinde olduğu gibi bir kısım gençler Stalin lehine yapılan propagandaların tesirinde kalacaklardır. Diğer yandan “Özgür Dünya”, “Gelişmiş (Batılı) Devletler”, “Liberal Toplumlar,” gibi ifadeleri dilinden düşürmeyenler de var olmaya devam edecektir.
Bu üç akımın yegâne ortak paydaları vardı: Din düşmanlığı.
Zaman ilerledikçe bu akımlar da vücuda yayılan zehir misali yavaş yavaş yayıla yayıla Akça taraflarına da sirâyet etmiştir.
Seyyid Muhammed ise Buhara usulünde tedrisat yapan medresede eğitim görmüştü. Ecdadı gibi mütedeyyin, muhafazakâr ve marifet ehli olarak yaşamayı görüp öğrenmişti. Kur’ân-ı Kerim’in tamamını ezberleyenlere o diyârlarda kârî derler. Tilâveti çok güzel olduğu için halk arasında Bülbül Kârî olarak tanınmıştır.
Seyyid Muhammed, Hacer Ana ile evlendikten sonra babasından müsaade alıp ilçe merkezine yerleşmiştir.[4] Çocuklarının büyümeye başladığı yıllar, yukarıda saydığımız üç fikrî cereyanın tesirleri Akça’ya da ulaşmaya başladığı yıllardır.
Radyonun kullanılmaya başlanması, Akça’da ilk sinemanın açılması, yurt dışına gidip gelenlerin anlatması… ve benzeri sebeplerle 68 kuşağı ve benzeri kültür akımlarının tesiri dalga dalga Akça’ya sokulmaya başlamış.
Artık kadim dînî hassasiyetlere “kahkarâyî” [gerici] denilmeye başlanmış. Ahlâki olarak dinden uzaklaşma ise “asrî” [çağdaş], “rûşen fikir” [açık görüşlü], “âzâd endiş” [özgür düşünebilen] ve benzeri övücü vasıflarla övülmeye başlanmış.
Seyyid Muhammed bir medeniyetin çatırdayarak yıkıldığı ve ideolojilerin yangın misali yemyeşil ormanlara girmeye başladığı yıllarda yaşamıştır.
Zaten nihâyetinde Kızıl Ordu Afganistan’a girecek ve taş üstünde taş bırakmayacaktır. (O dönemde ailenin başına gelenler Demdârân kitabında tafsilatla yer aldığı için burada tekraren yazılmamıştır.)
Ticaret
Bakliyat dükkanı işletirdi.
Tezgahın başında diz çöker ellerini uzunca olan kaftanının yenleri içine sokar, Kur’an-ı Kerim tilâvet edermiş. Bütün ürünlerin fiyatları üzerinde yazılı olurmuş. Müşteriler “Kârî sâhip siz hiç zahmet buyurmayın,” der, kendileri alacaklarını tartar, paralarını sayıp oracığa bırakıverirlermiş. O gözlerini yumup tilâvetine devam edermiş.
Bir ürün satılmadı mı, “Hemen onu alın, satılan ürünlerin yanına koyun,” der “Ne olduğu değil, ne ile beraber oluğu mühimdir,” diye de ilave edermiş.
İkindi ezanından evvel dükkanlar kapatılırdı Akça’da. Gün batımına bir mızrak kalaya kadar tek bir açık dükkan bulunmazdı çarşı-pazarda. Akşam namazından evvel herkes evinin yakınındaki camide olur hem ibadet edilir hem de mahalledeki meseleler istişare edilirdi.
Bilhassa birini ikaz edeceği zamanlarda konuşmazmış Seyyid Muhammed. Küçük bir kağıda yazar, minnacık olana kadar iyice katlar sessizce eline verirmiş o kişinin. Bir sefer sebebi sorulduğunda boş söz söylememek, sarf edilen sözlerin muhasebesini yapabilmek için öyle yaptığını söylemiş.
Ev Hâli
Ceyhun nehrine akan bir derenin kenarındaki evimiz yaklaşık üç dönüm üzerine kurulmuştu. Nehre bakan ön tarafı olduğu gibi misafirhaneydi. Evin aşçısı, (sonraları) şoförü ve (odun, hayvanlar, evin bakımı ve) diğer hizmet edenleri misafirhanede daimi olarak ikamet ederlerdi. Başka şehirlerden, civar köylerden, hatta Akça içinden gelen misafirler hiç eksik olmazdı.
Kapı komuşumuz Seyyid Muhammed’in öz amcası rahmetli Kârî Abdülaziz’di. Onun da sekiz çocuğu vardı. Her iki ev tek evmiş gibi hareket ederdi çoğu vakit. O kadar gencin bir arada olduğu bir ortamda ister istemez şenlik havasında geçerdi günler. Güreş müsabakaları, şiir okuma yarışmaları yapılırdı. “Hatim indirelim,” denildi mi yarım saatte hallolurdu o iş.
Seyyid Muhammed ekseriyetle akşam yemeğini misafirhânede yerdi. Haftada bir – iki gece aile ile olurdu.
Sofranın baş köşesinde otururdu. Sofrada oturmanın da bir hiyerarşi ve kaidesi vardı. Seyyid Muhammed’in sağ yanında her daim Hace Ana otururdu. Sonra evli oğlanlar, damatlar ve daha sonra yaşlarına göre büyükten küçüğe diğer çocuklar.
Aile reisi “Bismillah” demeden yemeğe başlamak veya sofra duası yapılmadan sofradan kalkmak hoş karşılanmazdı. Yemek esnasında ve yemekten hemen sonra aile içi meseleler, dokunmakta olan halıların durumu ve dersler konuşulurdu.
Maruzatı olup aile reisine arz edilmesini isteyenler Hacer Ana’ya müracaat ederlerdi. Netice ancak ertesi sabah belli olurdu. Seyyid Muhammed ve Hacer Ana çok severlerdi birbirlerini. On çocuk büyüttüler, dedem vefat edene kadar iki gelin ve bir damatları olmuştu, o kadar yıl içinde hanımına bir defa sert söz söylediğini duyan olmamış.
Neseb
O diyarlarda seyyidlere “İşân” denir. Bir hürmet ifadesidir “İşân-ı zîşân”.
Asırlar boyunca aile hiç dışarıya kız alıp vermemiş. Uzak da olsa hep akraba arası evlilikler yapılmış.
Seyyidlerin şeceresi kollektif hâfızada muhafaza edilirdi. O diyarda hangi seyyid kimin evladı, kimlerle nasıl bir akrabalık münasebeti var küçük büyük herkes bilir. Dubai, Suudi Arabistan, Pakistan, Türk diyarları ve hatta Moskova ve Avrupa’daki Akçalılarla karşılaştığımda nasıl da yedi sülalemin soy ağacını sayıp döktüklerine şahit olmuşumdur hep. Tam idrakinde olduğunuzda hadd-i zatında kolay değildir bu yükü taşımak.
Seyyid Muhammed’in dedesi Abdülhamîd İşân vefat edince iki köy birbirine girmişler “Bizim köye defnedilsin,” diye. En nihâyetinde civar köylerden de ulular gelmişler, aksakallılar meclisi kurulmuş ve iki köyün tam ortasında defnetmeye karar vermişler. Akçalı olup da bu hâdiseyi bilmeyen yoktur.
Abdülhamîd İşân’dan söz açılmışken en meşhur kerametterinden birini de zikredelim: Kıtlık yaşanan yıllarmış. Mübarek, camide abdest alıyormuş. Bir elinde yavrucağızı diğer elinde küçük bir testi ile dul olduğu rivayet edilen bir hanım gelmiş. “İşân pîr! Açız, evde yağımız yok. Acaba himmet buyursanız da, bir hayır sahibi bize biraz yağ ikramda bulunsa…” demiş. “Al kızım al! Doldur testini,” diye havuza işaret etmiş mübarek. Kadıncağız İşân pîre muhalefet edemeyeceğinden itaat edip doldurmuş testisini. Eve gidince bir de ne görsün testisindeki su, yağ oluvermiş.
Bir Hatıra
Evin avlusunda yazın hava sıcak olduğunda akşamları üzerinde yemek yenilen, namaz kılınan, oturulup çay eşliğinde sohbet edilen bütün ailenin sığabileceği büyük bir sofa vardı.
Onun dışında ismine “mence” dediğimiz farklı ebatlarda ve birbirinden ayrı duran ahşaptan platformlar vardı. Her aileye ayrı, kızlara ayrı, oğlanlar için birkaç tane olacak şekilde avlunun farklı noktalarında konulurdu. Evimiz dere kıyısında olunca, yazın sıcak günlerinde sivri sinek bol olurdu. Onun için bütün mencelere çibinlikler kurulurdu.
Hacer Ana ve dedemin menceleri nispeten uzakta olurdu. Dedem gaz lambasını açar geç saatlere kadar Kur’an-ı Kerim okurdu.
Dört yaşlarındaydım. Gecenin bir yarısıydı. Nedendir bilinmez uyandım ve çibinliğun altından kafamı çıkarıp dışarıya bakmak geldi içimden. Gökyüzünde dolunay, evin avlusundaki menceler üzerindeki çibinlikler masallardaki esrarengiz varlıklar gibi görünüyorlardı. İn cin uykuda, kimseden çıt çıkmıyor. Uzaktaki çibinlikte simsiyah, kocaman cüsseli bir hayâletin hafif hareket ettiğini gördüm. Tabi donakaldım. Kaskatı kesildim. Dehşetimden kafamı yastığa gömmek dahi gelmedi aklıma. Saniyeler asır gibi genişledi. Ve anladım ki dedem rahlesinin önüne gaz lambası koymuş kısık bir sesle kuran-ı kerim tilavet ediyor. Gaz lambası ışığı dedemin gölgesini çibinliğin bana bakan tarafına kocaman şekilde resmetmişti. Çocuktum. Korkmuştum.
Lala’mız
Allah rahmet eylesin misafirhânede yemek yapan aşçımızın ismi Lala Muhammed Alem’di. Hiç evlenmedi, irfan sahibi bir zattı. Güzel ahlakı, temizliği ve kitaplarla hemhal oluşu sebebiyle çok sevilirdi. Bilhassa dedem kendisini çok severdi. Akşamları misafirhanede yemek pişirir, gündüzleri sahaflık yapardı. Bîdel Dehlevî ve Hâfız dîvânından beyitler terennüm ederdi. Onu gören, kedilerin babası Ebu Hüreyre radıyallahu anh hazretlerini hatırlardı. Gerek sahaflık dükkanında, gerekse misafirhânede etrafından kediler hiç eksik olmazdı. İnsanlarla konuşur gibi hitap ederdi onlara. Bütün aile Afganistan’ı terk edince bir kervansaray odasında yaşamaya başlamıştı. Seyyid Muhammed’in en küçük oğlu rahmetli İshak amcam hastalandığı haberini alınca Afganistan’a gitmiş ve son nefesinde yanında bulunmuştur. Böylece dedemin yol arkadaşı olan yıllarca misafirlerimize leziz yemekler pişiren Lala Muhammed Alem’e bir vefa gösterilmiş oldu.
Son Hatıra
Dedemden aklımda kalan en son hatıram hafızamdaki en canlı hatıradır. Vefatlarından çok kısa süre evveldi. Mezâr-ı Şerif’teki evimize teşrif buyurmuşlardı. Bir sabah evin avlusunda oturuyorlardı. Adımla bana seslenip tırnak makası getirmemi söylediler. Koşarak anneme gidip “Dedem benden tırnak makası getirmemi istiyor,” dedim. O kadim zatlar öyle çoluk çocukla muhatap olmazlardı. Son hatıramda beni ismimle çağırıp bana bir emir vermiş olmaları benim için büyük bir şereftir.
Yüzüne baktığımda hürmet ve korkunun da içinde olduğu tarifi çok zor bir hisse kapılırdım. Bir nevi esef, hayıflanma, acıma, umudunu yitirmişlik, kopukluk, yabancılaşma, vedalaşma, yazıklanma, yuhalama… okunuyordu gözlerinde. Aradan onca yıl geçince o günlere dönüp bakınca şimdi çok iyi anlıyorum: Yaşamakta olduğum şu dijitalleşen günlerin dehşetengiz ahvalini görüyormuş benim gözlerimde. Mâverâünnehir ikliminin emzirdiği nesillerdi onlar. Üzerinden asırların akıp gittiği kadim rahlelerden irfan almışlardandı. Bense hakiki mânâda “ahir zaman” çocuğuydum. Her şeyin zıvanadan çıkacağı günlerin çocuğu… Benim şahit olacağım bozulma ve fesadın milyonda birini görmemişti dedemlerin nesli.
Mezâr-ı Şerif’te vefat ettiler. Harbin en şiddetli günleriydi. Mübarek naaşını Akça’ya götürmek nasip olmadı. Mezâr-ı Şerif’te defnedildiler. Ondan kısa bir zaman sonra vefât eden kardeşim Semihullah da aynı mezarlıkta defnedildi. Annem vefat ettiğinde birkaç ay boyunca her Cuma günü mezarına giderdim. Dedem ve kardeşimin olduğu kabristanın yanından geçerdim. Etrafında evlerin olduğu küçük bir kabristandı. Mezar yerleri kaybolmuştu. En büyük oğlunun en büyük oğlu olarak kabrine bir mezar taşı dikmeme fırsat vermedi hayat şartları.
Bu satırları kaleme alarak gönüllere bir mezar taşı dikmek istedim. İnşâallah duaya vesile olur.
Torunlar
Bugün Seyyid Muhammed ve Hacer Ana’nın torunları yüze yaklaşmaktadır. Bu satırlar yazılıyorken torunlarının torunları dünyaya gelmiş olabilir. Zaman zaman çeşitli memleketlere geçici sürelerle gidip gelseler de, tamamı Türkiye’de yaşamaktalar.
Gazeteci, mühendis, memur, akademisyen ve ticaret gibi çeşitli meslekler ifa etmektedirler.
Allahü teâlâ Hacer Ana, Seyyid Muhammed Muhyiddin ve ecdadına fatiha okuyacaklardan razı olsun. Rabbimiz şefaatlerine nâil eylesin.
[1] Aile büyüklerinden müsaade alınmadığı için şecerenin tamamı neşredilmemiştir. Mezkûr isimler, Farsça, Rusça ve İngilizce kaynaklarda rastladığım bilindik kişiler olduğu için buraya dercedildi.
[2] Bazı kaynaklarda, zamanın Afganistan padişahı, seyyidlere olan hürmeti sebebiyle Seyyid Niyaz Han’a ilgili toprakları hediye ettiğini okumuştum. Ancak bu ciddi bir tarihi inceleme gerektiren bir husutur. Zira Sovyet tarihçiler yanlı yazmışlardır. Müslüman topluluklar ise bitmeyen savaşlar sebebiyle kalan vesika ve arşivlerini layıkıyla mütalaa etme fırsatını henüz yakalayamamışlardır.
[3] Maalesef komünistler geldikten sonra o bölgenin isimleri ile oynandı. Günümüzdeki online haritalarda “Chelik-e Yas Khan” ve “Chelik-e Yuldash” [Yoldaş Çiftliği] şeklinde İngilizce yazılışlarıyla yer almaktadır. Esas Niyaz Han Çiftliği pek çok köy ve karyeye bölünmüş görünüyor. Haritada Saiyidabad diye gösterilen yer de aslında Seyyidlerin âbâd ettiği yer mânâsındadır. Velî-yi Evvel de Seyyid Muhammed’in üçüncü kuşak dedesi Abdülhamid’e atfen verilmiş bir isimdir.
[4] Rahmetli dedem en büyük oğlu olduğu Muallim Sâhib’i hizmetinde bulunması için Niyaz Han Çiftliği köyünde ikamet eden babası Seyyid Abdulalîm’in yanına vermiştir. Bu sebeple babam on beş yaşındayken Akça’ya gelmiştir.

Seyyid Muhammed Muhyiddin’in dedesi Seyyid Abdülhamîd İşân’ın Buhara emirlik mührü de olan icâzetnâmesi. İcâzetnâmede Nakşibendi meşâyıhı olan hocalarının silsile olarak isimleri sıralanmaktadır.

——-
Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.