
Gözlerini boğazın mavisine dikti Neva Bulvarı.
Rüzgar, Petersburg’daki acımasız muamelesinden daha farklıydı. Selamlayan, okşayan, rahatsızlık vermeyen cinstendi.
Üsküdar sessizce, koca İstanbul’u yavaş yavaş uyandıracak nazik güneşi seyrediyordu.
Misafir ağırlama âdâbını pek iyi bilen Üsküdar derin sessizliğini, boğaza kenetlenmiş bakışlarını Neva Bulvarı’na ulaştırırken bozdu, “Hoşgeldin. Sabaha, Boğaz’ı seyr ile başladıysan bil ki yalnızlıklarını da götürür bu usul dalgalar. Merak etme, kimse senin nereden geldiğine aldırmaz. Bu koca şehir her türlü derde, yalnızlığa ev sahipliği yapabilir”.
Neva Bulvarı, İstanbul’a bir bakış attı. İlk dikkatini çeken, farklı tonlarda, farklı yaşlarda, ahenksizliğiyle şehri tablolaştıran binalar ve her bir tepede semaya yükselen minarelerdi. Bu manzara Üsküdar’ın sahiplenici sözünü tasdik eder gibiydi. Kendisini dümdüz bir ovadan, balta girmemiş ormanlara gitmiş gibi hissetmişti. Bu his ona güven vermişti.
Tekrardan sessizliği bozan Üsküdar oldu, “Anlat bakalım, hangi rüzgar attı seni buraya? Petersburg’da bu kış daha da çetin geçiyor demek.”
Neva Bulvarı heyecanla “ Hayır, kendim geldim. Cihanın uğruna kanlar döktüğü bu İstanbul’a ben de bir bakayım dedim.”
Üsküdar vaziyeti farketmiş, Neva Bulvarı’nın karın ağrısını anlamıştı. Rencide etmek istemeyerek, büyük bir ağırbaşlılıkla, “Neva, ben asırlardır buranın sahibiyim, kim neden gelir, nerelere gider bilirim. Üzerinde üç tane düğmesi olan bu naif boğaz nelere şahid olmuş hepsini bilirim, semaya açılan eller neler istedikten sonra, gözyaşıyla nemlenmiş yüzlere sürülür bunları da bilirim.
Senin aksine…
Sen gündüzleri ışıl ışılken neden geceleri bir anda tam zıddına dönüşüp, adeta sönen mumun dumanları gibi karardığını merak ediyorsun. Bu kadar zıtlığa, aradaki uçuruma dayanamıyorsun.”
Neva Bulvarı’nın kaytan bıyıklı, sinekkaydı tıraşlı yüzünde hiçbir değişiklik olmadı. Zaten, halihazırda bildiği bu durumu bambaşka bir yerde, farklı bir kişilikten duymak tekrar tokat gibi yüzüne çarpmıştı. Fakat bu vaziyeti hiç belli etmeyerek, “Sende böyle bir durum yokmuş gibi konuşuyorsun. Kendinden bu kadar eminsin, ancak bilmeni isterim ki bu gece geç saatte döneceğim Petersburg’a.”
“Neva Kardeş, bu şehir misafirleri sever. Ne kadar istersen ağırlarım seni. Her bir sokağımı gezdirir, her bir tabelayı, binayı, camiiyi uzun uzun anlatırım. Sahilde yürüyüşe çıkarır, Boğaz’la tanıştırırım seni. Bir de ondan dinlersin beni. Ha, şunu da söyleyeyim, ben başka kimse adına söz vermem. Komşularıma gitsen farklı hikayeler duyabilirsin, burası beni alakadar etmez. Ben kendi nizamımdan mes’ulüm. Ama sana şunu net söyleyeyim ki, her zaman, ne hakkında bir şüphe duysan, Boğaz’a sor. O sana her şeyi tüm şeffaflığı ile anlatır. Bütün şehri en iyi o bilir. Her gün üzerinden geçen onlarca vapurun yolcularını dinler. Bütün şehre, her bir sokağa vakıftır. Onun sözüne itimadın tam olsun. Hatta öyle ki, belki sana, seni bile en iyi o anlatır. Misafirleri sevdiğimizi söylemiştim. Yazları en çok da, okyanus üzerinde giden ufak şehir olarak tabir edebileceğimiz Cruise gemilerini sever o. Beraber, farklı milletlerin kıyaslamasını yaparız onunla.”
Neva hem heyecanlanmış, hem de halkının ikiyüzlülüğünün ortaya çıkma ihtimalinden korkmuştu. Üsküdar’ın en çok da sadeliğine özenmişti. İçinden, “ Keşke her türlü iyiliği ve kötülüğü en uç noktalarına barındıracağıma böyle sade olsaydım. Her zaman, gündüz de, gece de..”
Neva sakinliğini koruyarak, “Benim ışıltıma, şatafatıma sahip değilsin. Buradan bir eksin var. Ama bu şatafatımı ne kadar sevsem de, üzülerek itiraf etmeliyim ki, sahip olduğun bu sadelik aklımı çelmiyor değil. Hayat işte bir yerden alır, öbürüne verir. Bu hususta şanslısın yani.”
Üsküdar “Haklısın, belki de başka bir memleketten gelince, hele ki yaldızlı bir caddeysen, ister istemez benim parıldamayan sokaklarım pek de alaka çekici gelmiyor. Dediğin gibi, hayat.. Sokaklarımdan alıp boğaza vermiş ışıltıyı.
Bende insaflı satıcı çok, sende açgözlüsü. Senin dilencin çok, benim kendi emeğiyle bir şeyler kazanmaya çalışan alnı terlilerim. Sende her erkek farklı bıyık şekline sahipken, bende herkesin saç rengi aynı rengin farklı tonları gibi. Bende her yerde, cins cins kediler gezinirken, sende emekli askerlerin kirli, hantal çizmeleri..
Farklı hayatlar, farklı caddeler…
Şimdi, eğer istersen geriye kalan farkları kendin görebilmen için her bir sokağımdan yavaşça geçelim. İyi veya kötü, farketmez, aradaki farkları sen keşfet. Hem ne de olsa gezmeye gelmiştin değil mi? Misafirimi kendi mekanımda gezdirmeyeceksem, ev sahibi olmanın ne mânâsı kalır?”
Neva, ömründe ilk kez kendinden başka bir düzeni görmek için çok heyecanlıydı. Üsküdar şimdiden onu çok iyi ağırlamıştı. Onun rehberliğiyle gezmek için can atıyordu. Hızlıca yerinden kalkıp, özel dikim ince paltosunu düzeltti, ellerini cebine koydu. Hazır olduğunu belli edercesine başını salladı ve sertçe bir adım attı. Üsküdar sağında, beraber sohbet ederek kerahat vaktine kadar tüm sokakları tek tek dolaştılar..
Üsküdar sözünü tutmuş, Neva’yı gezdirmiş, en son da güneşi, çayın keskin kokusuyla sahilinde batırmak üzere Neva’yı en güzel banklardan birine oturtmuştu.
Uzun bir süre sessizlik oldu.
Neva, büyük bir merakla sahili dolduran insanları detaylıca takip ediyordu. Baloncudan rengarenk balon alabilmek için ailelerinden izin alan çocuklar; köz mısırına tuz serpenler, yanında ayranıyla beraber gevrek simitlerinden ısırık alanlar, çekirdek çıtlatanlar, sahildeki yüksek basamaklara yayılmış; şıkırdayan mavi zemin üzerine, turuncu gün ışığıyla yıkanan Kız Kulesi’ni seyrediyorlardı.
Üsküdar, Neva’nın bu tatlı karmaşaya hayranlıkla baktığını farketmişti.
Bu manidar sessizliği bozmak istemedi.
Güneş uzun kollarını İstanbul’dan tamamen çekince, Neva Bulvarı derince iç çekti. Üsküdar, hemen yoklarcasına, “Gitme saatin yaklaşıyor. Hayranlıkla seyredişini bozmak istemem, sadece şunu söyleyeceğim. Burada gördüğün insanların çoğu birazdan kalkacak. Neden mi? Çünkü, güneş battı.”
Neva tam idrak edemeyerek, “ Günün yarısı bitti, evet. Ama diğer bir yarısı daha duruyor. Bu insanların böyle bir manzaranın siyaha bürünmüş haline şahit olmadan ayrılacaklarına inanmak istemiyorum. Sence bu da biraz fazla değil mi?”
Üsküdar belli etmek istemediği hafif tebessümüyle, “Tamamen haklısın. Bu yüzden de evet, kimse evine gitmiyor.”
“Peki, neden o zaman dağılacaklar?” sorusunu sorar sormaz Neva’nın sol arka tarafından ‘Allahu Ekber Allahu Ekber’ sesleri yükseldi. Üsküdar ezan bitinceye kadar hiç sesini çıkarmadı. Ezanı dinlediğini belli ederek tekrardan bakışlarını boğaza sabitlemişti.
Ezan bittikten sonra Boğaz şu cümlelerle geceyi kapattı:
“İşte sende olan o korkunç uçurumu burada dolduran, şu sayısız minareden yükselen ‘Allah Büyüktür!’ kelâmıdır. Kim ne türlü, irili ufaklı yanlış yapsa, bu sözler herkesi bir an durdurur, düşündürür. Ne kadar imkansız da olsa, Neva kardeşim sen o renkli soğan kubbelerinin üstüne hilali yerleştiremezsen ve o kubbelerin altını her gün beş defa dolduramazsan, hiçbir zaman İstanbul’daki bu sade sükûneti yakalayamazsın.”
——-
Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.
“Bu manidar sessizliği bozmak istemedi.” Sevde Kardeşim bir solukta merakla okuduk, mükekkebin hep böyle güzellikleri göstersin, maşaallah.