
İnsanın kendini bilme yolculuğu, hakikatin eşiğinde başlar. Ve bu eşikte bir nur bekler. Yalnızca aydınlatan değil; yön gösteren, içimizi ve kelimelerimizi yeniden ortaya çıkaran bir nur…
O nurun adı, Rabbimizin ifadesiyle (Ahzâb Suresi, 45-46) “sirâcen münîrâ”dır — ışık saçan bir kandil. Göklerin, yerin ve arayan kalplerin cevabıdır.
O, hakikatin merkezidir. O bilinmeden kurulan felsefe topal; her edebiyat yetim; her mimari ruhtan yoksundur. Çünkü O olmadan hiçbir şey tamamlanmış değildir.
Bu yüzden O’nu tanımak yalnız Müslümanların değil, tüm insanlığın meselesidir. Zira O’nun çağrısı sadece belirli bir kavme, zamana, coğrafyaya değil; var olan her ruha, her dile, her niyete gönderilmiştir. Bu çağrıya kulak verenler ümmet-i icâbet olur; işiten ama henüz iç dünyasında açmayanlar ise ümmet-i davettir. Ve biz, o çağrıya icabet edenleriz — elhamdülillah.
Fakat bu çağrı, yeryüzünün dört bir yanına, şarktan garba doğru, hem kılıçla korunarak hem kalemle yaygınlaşarak, ahlâkla yaşatılarak sinelere akmıştır.
Müslüman Türk devletleri, bu ilahi çağrının sancaktarlığını asırlardır büyük bir şuurla üstlenmiştir. Abbasîlerle başlayan bu kutlu yürüyüş, Karahanlılar ve Gaznelilerle güç kazanmış; nihayet Selçuklu’nun vakur çınarı Anadolu’yu sarmıştır. İslam, Asya’nın göğsünden doğarak Anadolu’ya, oradan da Avrupa’nın derinliklerine kadar ulaşmıştır. Horasan erenleri ise bu kutlu dini yalnızca topraklara değil, kalplere nakşederek insanlığın gönül coğrafyasını imar etmiştir.
Ve Osmanlı…
Osmanlı, bu çağrının en zarif taşıyıcısı olmuş; cihadı yalnızca savaşla değil, gönülle, ahlâkla, ilimle yapmıştır. İslam’ın izzeti, Rumeli dergâhlarında, Saraybosna’nın taş sokaklarında, Üsküp’ün ezanında, Belgrad’ın çınarlarında, Budin’in kubbelerinde, Kudüs’ün huzurunda, Halep’in kervansarayında, Bağdat’ın ilminde, Şam’ın zarafetinde, Kırım’ın yüreğinde duyulmuştur. Sarayda nakkaşlar kalemle tebliğ etmiş; medresede müderrisler kelamla öğretmiş; çarşıda esnaf ahlâkıyla göstermiştir. Kadı adaletle; asker vakar ve sabırla; derviş ise hâl ve hikmetle o çağrının temsilcisi olmuştur.
İşte bu yüzdendir ki, çağrı yalnızca Müslümanların kalbine değil, bazen iman etmemiş ama vicdanı sönmemiş ruhlara da ulaşmıştır.
Batılı bazı düşünürler, O’nu insanlık, liderlik ve ahlâk açısından eşsiz bir örnek olarak kabul etmiştir:
Michael H. Hart, “Tarihin en etkili insanı” diyerek onu ilk sıraya koyar. George Bernard Shaw, “O dünyayı yönetseydi sorunlar kahve içimi sürede çözülürdü.” der. Lamartine, onun gibi birinin geçmişte de gelecekte de gelmeyeceğini yazar.
Thomas Carlyle, onun samimiyetini “Bir yalancı böyle bir şeyi başaramazdı.” diyerek teslim eder. Mahatma Gandhi, kalpleri kılıçla değil, özündeki hikmetle fethettiğini söyler. Tolstoy, onun getirdiği değerlerin insan doğasına en uygun sistem olduğunu ifade eder.Bu sözler bir şahitliktir. Davetin yankısıdır. Ve bu yankı, bizim edebiyatımızda da yer bulur.
Biz, Peygamber sevgisini sadece duymadık; yazdık, taşıdık, söyledik.
Fuzûlî, aşkı toprağa işledi:
“Dest-busî arzusuyla ölürsem dostlar,
Kuze eylen toprağım sunun anınla yâ Resûl!”
Nâbî, onun övülmesini Hakk’ı övmekle bir tuttu:
“Medh-i Hakk’tır medh-i Ahmed, gerçi kim eyledi nâ’t;
Hakk’ı medh eylemiş oldu nâ’t-ı Ahmed eyleyen.”
Süleyman Çelebi ise asırlardır yankılanan o duayı mısralara döktü:
“Sen olursan himmet eyle yâ Resûl,
Kıl şefâ‘at ümmetine yâ Resûl.”
Bu sözler yalnızca kelime değil; kalptir, niyettir, sadakattir.
Çünkü biz yalnızca O’nu sevmiyoruz; O’nunla anlam buluyoruz. O’nun sevgisi olmadan kalbimiz atsa da, ruhumuz ölü kalır.
Yani demem o ki: Bizler kendimizi var sanmayalım. Biz, varlık dediğimiz bu sahnede ancak O’nunla anlam bulduk. Bizim için hayat, O’nunla başladı.
Kâinatın yaratılma sebebi olan o kutlu Nebî, öyle bir Sebeb-i Saadettir ki; 571 ile 632 yılları arasında dünyada hayat sürmüş olsa da, zaman O’nunla şekillenmiş, hakikat O’nunla konuşmuştur.
Biz O’nun hürmetine nefes alıyoruz.
Gölgesiyle serinliyor, ismiyle ısınıyoruz.
Canımızın canı olan o güzel Resûl olmasaydı, ne biz olurduk ne söz.
Varlığımızın ruhu, O’nun nurundan ibarettir.
Ve hakikat şudur ki:
O’nu tanımayan, yoklukta yoktur.
Vesselam.
________
Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır.
İzinsiz kopyalanamaz.
Muhteşem bir yazıydı. Hem duygulanarak hem Müslüman olduğum için gururlanarak hem de büyük bir keyifle okudum. Tebrik ediyorum.
Ortak hissiyatlarımızı paylaşmak bizleri mesrur etti. Yürekten teşekkür ediyorum. Rabbim kaleminizi, gönlünüzü daim eylesin
Serin bir su gibi geldi bana. Ferahladım. Nebiler nebisi, Server-i Alem, Muhammed Mustafa Sallallahu aleyhi ve sellem efendimizi ne kadar içten ve güzel anlatmışsın. Hayran kaldım. Tebrik ederim. Dilerim Allâh-u Teâlâdan O’nun ahlâkıyla ahlâklanasın.
Nebiler Nebisi’ni (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlatabilme çabası ne büyük bir nasip, ne büyük bir sorumluluk… Takdiriniz için gönülden teşekkür ederim. Ettiğiniz duanın nihayetsiz fazlasını, Rabbim sizlere de nasip etsin. Cenâb-ı Hak bizi O’nun izinden ayırmasın.