HikayeŞiir

Kınalı

Yuvadan ayrılma zamanı gelmişti. Tek tek uçup giden kardeşleri gibi o da ayrılıp kendi kaderini yaşamalıydı artık. Cesaretini toplayıp umuda kanat çırpmaya başladı. Uçabildiği kadar uçup gidebildiği kadar uzak diyarlara gitmek istiyordu. Yine böyle bir günde yorulduğunu hissedip dinlenmek için mis kokulu rengarenk çiçekleri olan bir bahçeye konmaya çalışırken bağrı zehirli bir dikene saplandı. Bağrından ayaklarına kadar akan kanı görünce kendinden geçip yığılıverdi yere. Yerde şuursuzca yatan bülbülü gören ayrık otu, uzattı kollarını ve sarmalayarak çekti yanına. Yorgunluktan bitap düşen bülbülün bağrındaki alacalı tüyler kırmızıya bulanmış, gözlerindeki siyah sürmeler gözyaşıyla ıslanmıştı. Aralı gözlerini görünce yüreğinde bir an kıpırtı hissetti ayrık otu. Kollarından bir tanesini kopararak ucundan gelen sıvıyı bülbülün yarasına sürdü. Yapraklarında biriken çiğ tanesini de ağzına dökerek bir nebze de olsa susuzluğunu giderdi. Her geçen gün yakınlaşıyor, biraz daha bağlanıyordu bülbüle. Ona sarılmadan kendini eksik hissediyordu. Sabah olmuş gün yüzünü gösterirken kanatlarının üzerindeki ağırlıkla irkilen bülbülün kulağına hafif bir nidayla;

Ben bir ayrık otuyum,
Sadece aşktır yolum,
Gündüz var gece yokum,
Aşka aç rızka tokum.

Bu sözler karşısında şaşkınlığını gizleyemeyen bülbül, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Kanatlarını açıp gitmek istedi fakat her defasında bağrındaki acıyla yere yığıldı. Acıdan gözlerinden yaş geliyordu; kanatları onu taşıyamayacak kadar güçsüzleşmişti.

Kanat çırpışlarını gören ayrık otu, bunu kendine teşekkür için yaptığını sanarak akan gözyaşlarını, sevinçten döktüğünü düşünerek, ona olan hisleri daha da derinleşmişti. Hayatı boyunca böyle bir hisle sevmemişti kimseyi. Ona baktıkça içi içine sığmıyor, adeta yeniden doğmuş gibi oluyordu. Yaralarından dolayı gidemeyen bülbülün onun için kaldığını düşünerek ona olan aşkı kat kat artıyordu.

Her geçen gün kuvvetini toplayan bülbül, uçmaya hazırlanırken güzel kokulu, rengiyle göz kamaştıran gülü gördü. Etrafa kokular saçan, kan kırmızı rengiyle kendine aşık eden, rüzgârın esmesiyle ahenkle dans ederek polenlerini etrafa saçan bir afeti devrandı. Bülbül her gökyüzüne bakışında onu görüyor ona olan aşkını saklayamıyordu. Aşkını haykırırcasına şu mısralar dökülüverdi dilinden;

Kokusu sanki misk-i amber,
Yalnızlık ölümden de beter,
Beni ona yazar mı kader?
Belki kavuşurum bu sefer.

Bu sözleri duyan ayrık otu, bülbüle duyduğu aşkın karşılık bulduğunu düşünüp mutluluktan adeta havalara uçtu. Halbuki ayrık otunun ne kokusu vardı ne de bülbülün ona karşı hisleri. Aşkı gözünü kör etmişti ayrık otunun; bülbül ne dese ne yapsa hepsini kendine yoruyordu. Bülbüle olan aşkı kalbinde durdurulamaz bir kara sevdaya dönüşmüştü.

Bülbül sürekli uçmak istiyor ve yukarıda duran gülden gözlerini alamıyordu. Ayrık otu ne zaman gözlerine baksa o gözlerde kendini değil, o gülün simasını görüyordu. Adeta gülün güzelliği diline pelesenk olmuştu. Bir şeylerin yolunda gitmediğini fark eden ayrık otu;

Sana merhem olan benim,
Geç dersen serden geçerim,
Gelirsen biter kederim,
Yoksa ben de derbederim.

Bu sözlere aldırış etmeden uçarak uzaklaştı bülbül. Günlerce, bülbülün güle yaptığı serenatları kahrolarak dinledi ayrık otu. Kederinden kurumaya başladı. Yüreğindeki kıpırtıya sebep olan bülbül, ayrık otunun sonunu getiriyordu. Ona sarıldığı kollarını gördükçe kahroluyordu. Tek tek kırmaya başladı bütün dallarını. Onu unutmanın tek yolunu, onu hatırlatacak her şeyden kurtulmakta buldu.

Bülbül ise sabahın olmasını ve güle kavuşacağı ânı sabırsızlıkla beklemekteydi. Bir hışımla uçtu yine gülün üzerine, daha sevgiliye kavuşamadan bağrındaki acıyla yere düştü. Gülün dikenleri bağrında derin yaralar açmıştı. Üzerindeki kan kırmızısı renk, sevgiliye ait değil bağrındaki yaradan fışkırıyordu. Son demlerini yaşayan ayrık otu dayanamadı sevdiğinin acısına. Yaprağında kalan son çiğ tanesini bülbülün ağzına döküverdi. Tanıdık bir tatla irkilen bülbül, günlerce yaralarına merhem olanın, susuzluğunu giderenin ayrık otu olduğunu anladı. Asıl aşkın suretten ibaret olmadığına kanaat getiren bülbül, ayrık otunun kurumasına sebep olduğunu fark edince gözyaşlarına hâkim olamadı. Surete aldanıp hakikati ıskalamıştı bülbül. Sevgisi için kendini feda eden ayrık otu, son nefesini verirken dilinde şu mısralar sıralandı;

Kara sevda döndürdü beni küle,
Vuruldum ona, o meyletti güle,
Bugünüm yok yarınım olsa bile,
Anılsın kara sevdam dilden dile.

Diyerek veda etti sevdiceğine. Asıl aşk burnunun dibindeyken aşkı uzakta aramak niyeydi? Bir ömür onu sevecek biri varken rengine, kokusuna aldanıp bir mevsimlik gülden medet ummak doğru muydu? İmkansıza ulaşmak için yapılan fedakarlıkların kıymeti yok olunca mı anlaşılacaktı? Yüreğinde aşk acısı, bağrında kan lekesiyle yaşamak zorunda kaldı. O günden sonra kınalı bülbül olarak anıldı ve bütün aşk için yakılan ağıtları ayrık otu için yaktı.

——-

Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.

Ramazan Çakmak

Kaportacı, Seyyah, Usta, Gönül Ehli

Bir Yorum

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu