
Nihayet oradayım.
Olmak istediğim bu yere uzaktan her baktığımda, aynı hissi veriyor:
Emniyet, huzur, heybet ve hürriyet!
Her bakışta, aynı tazelikte bu hislerle doluyorum.
Çok ulaşılamaz bir yer olmamasına rağmen, sanki hiç gidemeyecekmişim gibi bir hasret çöreklenir üzerime. Bazen gülerim bu halime. Her kavuşma, ilki gibi…
Her veda, bir bıçak yarası…
Sakarya’nın Akyazı ilçesinde bulunan Keremali Tepesi, Dağı, Yaylası’ndan yazıyorum…
Dağ bayır, yol boyu pembe çiğdemlerle donanmış, yer yer kaya tepelerinde ve kaya içlerinde bile boy vermiş.
Ahali “Vargit” çiçeği de diyor onlara. Yayla zamanı bittiğinden, “de get, hade ikile, okarı getma” manasında, gitme vaktini ifade eder gibi bu ismi vermişler. Kupkuru taşların arasında, yeşil saplı, irili ufaklı bir sürü çiğdem…
Koca koca kayaların oyuklarında ve çatlaklarında sere serpe uzanan sukulentler ayrı bir sevinç ve ibret sebebi… Dağın şahikası ise bir mübarek şehit evliya, Keremali hazretlerinin himayesinde… Manzaranın güzelliği “Burası bu mübarek zattan başkasına emanet edilemezdi” diyor adeta.
Uzaktan görünen karmaşık köy ve şehir manzarasını ise geçiniz!
Göz değmemiş genç misali, yemyeşil ormanlar…
Ağaçlar ise asker gibi…
Sanki bir hayalin içindeyim. Aslında evet, burada olmak hep hayallerimi süslemişti. Şimdi sevincim ve hayretim nefes alışımı bile değiştiriyor.
Sanki burada olduğuma ikna olana kadar, yarım vakit harcamış gibiyim.
Gözlerimi alamıyorum, sadece yürümek istediğimi fark ediyorum; böylelikle burada olmanın huzuru daha çok içime sinecek.
Buralara bizim kadar hayran olan, daha sık gelen abim ve hanımının, yol boyu rastladıkları ve ticaretini yaptıkları kuşburnu dikenlerine selam çakarak, başka bir yaylaya geçiyoruz:
Sultan Pınar Yaylası…
Göl manzaralı başka bir tepe daha…
“Allah’ım Cennet nasıl acaba?” diye sevinçle haykırıyorum! Köknar ağaçlarının nizam içindeki dalları, uzaktan muhteşem dizilişleri… Gölün etrafını boydan boya yürürken hep o his; hürriyet!
Kocaman yemyeşil ağaçlar, en dik yamaçta, en kuytuda, en düzlükte, sahiden oraları bekleyen bahadır askerler gibi vakur… Şehirlerdeki ağaçlar buradakilere nisbetle hayvanat bahçesine hapsedilmiş yaban hayvanları gibi göründü gözüme. Acımak geldi içimden şehirdeki ağaçlara…
Peki yolunu bilen sığırlar hiç mi düşündürmez insanı?
Önümüze çıkan iri çoban köpeklerine “Kıtmir”den selam getirince, “Eyvallah, selam bizden!” demedikleri kaldı bir.
Öyle ki bir tanesi aslî vazifesini bırakıp kısa müddet bize yarenlik etti.
Yayla çiçeklerine ne demeli? Ah o mavi centiyanlar, şiir gibi, öyle zarif… Bir de dağlı derler yaban derler kabalaştırmak adına! Sapsarı, turuncu, pembe gazelboynuzları neşeli çocuklar gibi çıkıp gönlünümü şen ediyorlar. Sütlere rayihasını, tereyağına sarısını veren dağ kekikleri ve dere naneleri bir nefeste ciğerlerime yüz yıllık tazelik katıyor. İsimlerini sonradan araştırıp bulduğum hasanhüseyin çiçeği, yakı otu ve yabani yaseminler hür olmanın ehemmiyetini fısıldıyor ruhuma. Her varlık, hürriyetinden emin oldukça güzelleşiyor. Benim için de ait olduğum yer, hür olduğum yerdir.
Dervişler niye dağlarda gezer, her adımda daha iyi anladım. Burada Allahü teâlâyı düşünmeden, ona her an hayran olmadan, şükredip, teşekkür etmeden yürünmüyor, durulmuyor.
Sesime gelen baştankara hikâyemin kahramanı oldu. Bu sevincimi nereye sığdırabilirim ki? Onu fark ettiğimi ve hayranlıkla dinleyip izlediğimi anlamış gibi yakınımdaki köknarın dalına kondu. Bir zaman göründü, gönlümü almak için.
“Tamam tamam ağlama, poz vereyim de cansız hatıram kalsın” dediğini hayal ettim bir an. İçimdeki tabiat sevdası, tefekkür denizinde derinlere daldırıyor beni. Belki asırlık iğne yapraklı çam ağacının gövdesinde yeşermiş şifalı ökse otu, bu denizin en dibi…
Buradan, bir adı da Açelya olan, Acelle yaylasına gitmek üzere yola koyulduk. Aslında menfi hiçbir şey yazmak istemesem de farkındalığa sebep olur diye yazıyorum şimdi yazacaklarımı:
Yayla şenlikleri adı altında, gereksiz ve günler süren, bitiminde o maneviyat ve huzur dolu tabiatın kucağına çirkinliği, ademoğluna has bir yığın halinde bırakılmasını hazmedemiyorum. Vardığımızda yaylanın manzarası içler acısı idi. Şaşırmıyorum artık, sadece öfke duyuyorum. Mânevî kirlerden bahsetmeyeceğim bile!
Kendinde olan her nimete var gücüyle yapışan, sahip çıkan ademoğlu, yaratılmışlara karşı neden bu kadar nankör olup, elinden çıkmasından nasıl korkmuyor?
Her canlı sevildiği yerde güçlenir ve fayda verir. Bu kıymetli mekanların sırrı da bu sanırım. Ben o kadar sevdim/seviyorum ki… Her köşesi, serin suyu, kayası, toprağı yamacı, ağacı…
Sanki her an kucaklaşma hayalindeyim. Benim gibi seven çok var ki hep heybetli, huzurlu ve emniyetliler…
Binbir şükürle geri döndüğüm bu yayla gezisinde ruhum orada kaldı.
Döndüğümde her fırsatta yalnız kalmaya çalıştım ki gözlerimi kapatıp, hayalimde tekrar oralarda bulunayım diye.
Tıpkı bir çocuğun, hemen bitmemesi için şekerini ağır ağır yemesi gibi…
Çok sevdiğim kardeş ve arkadaşlarıma, hasretini çekenlere de nasib olması için çok dua ettim.
İnşallah daima kıymet bilenler kucaklasın bu tabiat harikalarını.
——-
Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.