SeyahatDeneme

Bosna Sarayından Notlar

Saraybosna…

Kimileri için senfoninin aykırı sesi, kimileri için asil bir kardelen…

Şehrin kalbi Başçarşı… Kondisyonlu bir turist için yarım gün… Restoranlar muntazam bir tezgah kurmuş; bacalar tüttükçe insanlar acıkıyor, insanlar acıktıkça bacalar tütüyor. Bakırcılar antikacıdan farksız; küçücük dükkanların içerisinde kaybolmayı arzulatıyor. Sokaklarına döşenen taşlar ile cami girişlerindeki zincirler sanki aynı okuldan mezun…

Sabah oldu mu hangi börekçi, akşam oldu mu hangi köfteci… Akın akın Bosna’ya giden bizim Türklerin alakadar olduğu başka bir şey yok ne yazık ki. İlk defa gördüğü eserlerin, bulunduğu mekanın ruhunu hissedebilme cehdi bir tarafa, kafasını kırıp etrafına şöyle bir bakana dahi rastlamadım.

Oldukça fazla sayıda müze barındırıyor şehir. Ancak özellikle soykırım müzeleri fahiş fiyatlarıyla öne çıkıyor. Para vererek insanları çekmeleri gerekirken üstüne para istiyorlar! Bu sebeple, sadece merkezde Türk görmekten sıkılanlar için ideal bir kaçış noktası olmaktan öteye geçemiyor.

Saraybosna ile bu kadar kolay anlaşmış olmamızın bir sebebi de Bursa ile olan benzerliğinden ileri geliyor. Her adımımda iki şehirde birden yürüyor gibiydim. Kardeş şehir yetmez, ikiz şehir demek daha iyi anlatır bu yakınlığı. Tabiatı, dokusu, havası bana memleketimi koklattı oralarda.

Dürüst bir şehir Saraybosna… Sinesinde barındırdıklarını hiç saklayamıyor. Mış gibi yapamayan bir şehir. Neyi saklamaya, gizlemeye çalışsa sokaklarından bir şekilde dökülüyor. 

Renge düşman, ruha ızdırap veren gri sovyet rüzgarı, Saraybosna’da da seneler boyunca esmiş. Şehrin bu kuvvetli yele takat getirilemeyen bir kısım sokakları, binaları bu örtünün altında solmaya yüz tutmuş. 

Bir kısım yerlerinde ise Evliya Çelebi’nin gıybet ve hileden uzak mü’min ve musallikimselerdir diye bahsettiği Boşnaklar bu istilanın karşısında durmuşlar, kıymetlerini muhafaza ve müdafaa etmişler. Kolay olmamış elbette. Adım adım geri çekilmek durumunda kalmışlar. Kültürlerin buluşma noktası diye insanların kuyrukla fotoğraf çekildikleri, şehir merkezini mimari olarak ikiye bölen daracık sokak, bu cidalin
son mevzisi gibi…

Avrupa’nın Kudüs’ü olma hüviyetinin Saraybosna’ya pek fazla hayr getirdiği söylenemez. Neticede avuç kadar bir yer. Metrekareye envai çeşit iman, iz’an, lisan ve kavmiyet düşen bir yerden bahsediyoruz. 

Mütenakızların mücadele mekanı… Resimdeki sayısız farkı görmek için keskin gözlere ihtiyaç yok. Parçalar bir arada, ama bütün yok. 

Başına ne geldiyse bu farklılıklardan geldiği aşikar… Buna rağmen asırlar boyu birşeyler anlatıp durmuş Saraybosna. Kendi arka sokaklarından başlayıp kıta avrupasının derinliklerine kadar bir şeyler fısıldamış. Konuşmadan, uğraşmadan, hiçbir şey yapmadan… Mevcudiyeti ile etrafındaki biganelerin idrakine dokunmuş. 

Çevresine uyum değil kendi kıymetlerine hürmet göstermiş. Adım adım karanlıklaşan bir yolda, batan güneşin peşinden koşturmak yerine karanlığa ışık, ölümlülere hayat veren o haşmet ve azamet sahibi güneşten yüzünü asla çevirmemiş. Var olmuş. Bulunmuş. Devam etmiş.

Her şeye, hepsine, her birine rağmen devam etmiş.

Ah! Bizzat şahitlerinden dinleyemedim. Bir tanesinin bile gözlerinden dökülen hasreti göremedim. Müzelerde ne dumura uğrayan gözlerimi hareket ettirebildim ne de beni bir an önce götürmek isteyen ayaklarımı durdurabildim. 

Beynim “Buraya gelmişken…” veya “Bundan şu kadar sene önce…” gibi şeyler der demez, parçalanmanın eşiğindeki kalbim o anda tersi istikamete koşturuyordu. 

Havsalam bu kadarını almadı. Aynı ülkede değil, aynı şehirde değil, bırakın mahalleyi sokağı aynı evde nasıl beraber yaşıyorlar! Zalim ile masum, katil ile çocuk…  

Gözyaşı, çaresizlik, utanç… Neye bakarsa baksın geçmişi görmek… Gündüz hafızanda, gece kabuslarında mahkum olmak… Tarifi mümkün olmayan o acıyı her an canlı tutmak; bile isteye… Vefa işte… Hatırlamanın acısı, unutmanın korkusu… Hayatın devamı değil kavuşmanın gecikmesi…

Hiç bir mezar taşına birkaç saniyeden fazla bakamadım. Ne hatırat, ne siyasi tarih… Hiçbir kitaptan okuyamadım. Eğildim, dizlerimi yere koydum. Kaldırımlara kadar sinmiş bu kesif kokunun için için yanmakta olan ciğerlerden yayıldığını bir türlü anlayamadım. 

Yapamadım sevgili okur. O sebepten beni mazur gör. 

Miljacka nehrinin maviden sıkıldığı zamanları anlatamayacağım. 

Tuğla ile süzgeç arasında, kovan ile oyuncak arasında hiç bir bağlantı kuramayacaksın.

Buradaki yağmurların ıslatmadığını; söndürdüğünü, götürdüğünü, temizlediğini benim sözlerimle fark edemeyeceksin.

Resim çizmek istediğinde süngü değil kalem kullanmanı tavsiye edemeyeceğim sana. 

Ama sen buraya gelmelisin. 

Evdeki yabancıyı görmeli, benden duyamadıklarını kendin aramalısın!

——-

Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.

Ahmet Selman YILDIRIM

Uluslararası İlişkiler. Edebiyat. Tarih. Seyyah. Yazar. Okur. Abi. Îşân.

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu