
“Hangi düş yaralanır gerçekle?
Hangi dal incinir yeşilinden?”
Hislerim? Neredeler? Hatırlamaya çalış. Nerede, ne hissediyorduk?
Her şey dumanlıydı. Hiçbir şey hissedemiyordu.
Önce pişmanlığı yokladı. Yaptığınla olması gereken arasındaki uçurumdan kendini atmak istediğin anda oluşan his hani. “Yaşanması gerekiyordu.” dedi içinden bir ses.
Mutluluk? Ilık ılık, aydınlık, yumuşacık olan. “Mutluluk da geçici.”
Peki ya hüzün? “Hüzün sadece bir bulut. Toplanır, toplanır, toplanır ve yağar geçer. Çok da takılma bence.” dedi.
Heyecan? O da mı gitti? “Seni artık ne şaşırtabilir ki?”
Yorgunluk? “Dinlenince geçer.”
Utanç? “Belki hâlâ bir parça.” dedi aynı bilmiş ses.
Nezaket? “Nezaketi gözetemeyecek kadar bitkinsin.”
Güven? “O zaten seneler önce pılını pırtını topladı gitti.” diye cevapladı.
İşte böyle. Hislerin gittiği zaman mantığın sesi daha gür çıkar ve o her şeye ahkâm keser. Hislerini mantıkla bulamazsın.
Nihayet, acı… Bütün ihtişamıyla kırmızıdan siyaha acı. O hala burada. Hiçbir yere gitmemiş. Acaba o mu sakladı tüm hisleri? Bundan sonra hissedebileceği tek şeyin sadece daha büyük bir acı olacağını düşünmek onu biraz ürküttü. Ve bir türlü anlayamadı: Bütün hisler çekip giderken neden geride sadece acı kaldı? Sevgili mantık, var mı bir cevabın?
Zor zamanlardan geçtiği günleri hatırlamaya çalıştı. Her hissin var ve çok yoğun olduğu, koca koca dalgaları var gücüyle kulaçlamaya çalıştığı günleri.
En dipteyken en net görüşe sahip olmak ne garipti. Kocaman bir belirsizlik bulutu olsa da tepesinde her şey oldukça netti.
Yanlış.
En dipteyken bile hâlâ daha görünür olan ne? Neye tutunmalıydı bu dipsiz kuyudan çıkmak için? Bütün hisler çekip gitti. Acıya mı tutunacaktı? Ya da en dipte olduğun için güzel görünen aldatmacaların zihnini çelmemesi gibi bir şey mi? Olabilir mi? Olabilir, neden olmasın?
Zor zamanlar çok yıpratıcı ve yorucuydu. Daha önce defalarca olmuştu. Yine olacaktı. Hep olacak. Her ne kadar bir şey hissedemese de besbelli bu da zor zamanlardan biriydi. Acıya baktı. Geçeceğini biliyor olmaya tutundu. Dalgaları kulaçlamayı bıraktı. Denizin durulmasını beklemeye karar verdi. Ya durulmazsa? Elbet durulur. Mutlaka durulacak. Durulmalı!
Kırmızıdan siyaha acısıyla uzun uzun yürüdü. Yol onu bir ormana götürdü. Karanlıkta binlerce ağaç.
Korkmadan girdi. Öyle ya, korku da hissedemiyordu. En fazla ne olabilirdi ki, nedir yani? Toprakla konuşmaya, acısını anlamaya karar verdi. Yerdeki minik otlar mı, çimenler mi, çalılar mı, çiçekler mi, ağaçlar mı? Ağaçlar, evet ağaçlar. Kendini toprağa tamamen bırakıp bir ağaç olmak istedi.
Toprak ona bir cevap veremedi önce. Ama zarar da vermedi, incitmedi. Ona ve acısına kucak açtı. Köklerini salıp büyümesine yardım etti. Sonra usulca fısıldadı : “Bu durumun bir sebebi yok. Sadece dünyanın kanunu bu. Hislerin bir yere kaybolmadı. Endişelenme. Acı böyledir. Diğer hislerin üstünü örtecek, onlara yer bırakmayacak kadar büyük ve ağır. Ağlamaktan korkma. Gözyaşların büyütür seni. Kendini bırak, acele etme. Zamanla geçecek.”
“Hangi düş yaralanır gerçekle?
Hangi dal incinir yeşilinden?”
Bu ağaç, mevsimler geçtikçe büyüyor ama dik duramıyor. Var olmak bile kendisine çok büyük bir yük.
Bu ağaç, ne kalbini oyan, oraya yerleşip yuva yapan hoyrat ağaçkakandan; ne onunla birlikte büyüyen kanına, canına ortak sarmaşıklardan; ne onu sürekli kaşındıran karıncalardan; ne yapraklarını kemiren tırtıllardan…
Bu ağaç tüm hislerini kaybetmişken bütün neşesiyle gelen bahardan ve nihayet çiçeklerinden, yapraklarından hatta yeşilinden inciniyor.
Hangi düş yaralanır gerçekle hâlâ bilmiyor. Ama hangi dal incinir yeşilinden artık biliyor. İşte bu dal.
——-
Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.