HatıraHayatHikayeSeyahat

İlk Vazife Yeri ve Kör Gözüne Kurşun

Adliyedeki stajını bitirmiş, kura çekmişti. Vazife yeri belli olmuştu. Kürsüye çıkma heyecanı başlamıştı. Bir yandan ev eşyaları toplanıp paketleniyor, bir yandan tanıdıklar, dostlar ziyaret ediliyor, helallik isteniyordu.

Adliyeye yakın bir pasajın içinde elektrikçi dükkânı işleten bir arkadaşı vardı. Stajda iken bazen mesaiden sonra uğruyor, çay içiyor, muhabbet ediyorlardı. Bu defa vedalaşmak için uğradı. Elektrikçi arkadaşı hâkim olarak atanmasından memnun olduğunu, sevindiğini söyledi. Kendisine bir de hediye verdi. “Bu yeni çıkan sprey şeklinde yağlı, metalik bir boya idi, taşınıyorsun, belki sana lâzım olabilir” dedi. Hediyesini alıp teşekkür etti, vedalaşıp ayrıldı.

Eşyaları toplayıp paketledikten sonra önce kendisi, eşi ile birlikte görev yerine gitti. Göreve başladı. Erken göreve başlamanın mühim bir neticesi de vardı. Önce başlayan, sonra başlayandan kıdemli sayılıyordu. İlçede hâkim eksiği varmış. İkinci gün Sulh Ceza Mahkemesi duruşmasına çıktı. Stajda iken adliyede tek stajyer olduğu için duruşmalara da çıkarmışlardı. Heyecanlıydı. Ancak pek acemilik çekmedi. Muamelesi bitmiş dosyaları hâkim değişikliği nedeniyle incelemeye aldı. Duruşmayı öğle olmadan bitirdi. Kendisine tahsis edilen lojmana gitti. Lojman adliyenin karşısında yüz metre ilerdeydi.  Makam odasının penceresinden kendisine tahsis edilen lojmanı görebiliyordu. Lojmanı incelediğinde sadece boya ve badana ihtiyacı vardı. Baba mesleği inşaatçılık olduğu için kendisi boya ve malzemelerini aldı. Kollarını sıvadı. Boyamaya başladı. İkinci gün boya badana işi bitmişti. Artık eşyalar gelebilirdi. Lojman hazır hale gelinceye kadar Ziraat bankasının misafirhanesinde kaldı.

İlçe küçük ve şirin bir ilçeydi. İlk gün Adliye personeli ve hâkim, savcılarla tanıştı. İlçede iki savcı ve kendisiyle beraber dört hâkim vardı. İkinci gün belediye başkanı, jandarma karakol komutanı, daire müdürleri ile tanıştı. Çarşının bir caddesi vardı. Beş dakikada bir ucundan girilip diğer ucundan çıkılabiliyordu. Çarşıyı bir tur atınca bu küçük yerde ilçeye bir yabancının geldiğini bütün esnaf anlıyor, kısa bir süre içinde gelen yabancının hâkim olduğunu bilmiş oluyorlardı. Haber beş dakikada yayılıyordu.

Bu ilk vazife yeri memleketine bin kilometre uzaktaydı. Tekrar geri gidip evini getirmek için ne vakti ne de izni vardı. Bu işi mecburen babasına bıraktı.

******

Babası oğlunun hâkim olması nedeniyle çok sevinçliydi. Bu haberi her karşılaştığı tanıdığına, dostuna söylüyordu. Daha şimdiden hâkim babası olması nedeniyle insanların kendisine bakışı ve yaklaşımı değişmişti. Oğluyla gurur duyuyordu. Eşyaları taşıma ve tayin edildiği ilçeye kadar nezaret etme işini sevinçle kabul etti. İkamet ettiği ilçe Van’a iki saatlik mesafedeydi. Oğluyla anlaştıkları günde Van’a geldi. Tanıdıkları vasıtasıyla hemen de bir kamyon buldu. İki bin liraya anlaştı. Eşyalar kısa sürede yüklendi. Ertesi gün sabah namazını kıldıktan hemen sonra yola çıktılar. Şoför mahallinde, şoförün yanına oturduğu anda bütün yorgunluğunu unuttu. Gençliğinde yolun ve vasıtanın olmadığı zamanlarda Bitlis, Van, Siirt illerini iş aramak, çalışmak için yaya gidip gelen birisi için Şoför mahalli gayet rahattı. Şoförün verdiği bilgiye göre akşam vakti girmeden ilçeye gireceklerdi.

Babası seyahati, yolculuğu seviyordu. Van gölü sahilini takip eden yolda Tatvan’a doğru ilerlerken sağ tarafında kalan gölü seyre daldı. Gün ışığı ile birlikte pembeye bürünen göl, sırasıyla süt beyazı, turkuaz, lacivert renklerine döndü. Bitlis’e girdiklerinde babanın hafızasında bin dokuz yüz otuz dokuz yılında askerlik için bölgenin toplanma yeri olan bu şehre geldiği günü hatırladı. Köyünden buraya bir günde yaya gelmişti. Yüzlerce genç Ulu Cami’de gecelemiş, Sabahleyin sevk merkezi olan Diyarbakır’a hareket etmişlerdi. Yaya olarak devam eden yolculuk on günde tamamlanmıştı. Şimdi ise kamyon, o zaman yaya gittikleri bu yerlerden hızla kayıp gidiyordu. Yol üstündeki Veysel Karani türbesine de uğrayıp bir Fatiha okudular.

Diyarbakır, Dicle nehrinin oluşturduğu setin üstünde şehrin silüeti ve kale bedenleri ile birlikte uzaklardan tüm heybetiyle görünmeye başladı. Eshab-ı Kiramdan bu şehri fetheden Hazreti Süleyman’ın türbesine doğru bir Fatiha gönderdi.

Bu şehirden trenlere, yük vagonlarına bindirilerek askerlik yapacağı Trakya’ya gönderilmesi bugünkü gibi gözünde canlandı. Tam dört sene süren askerlik sırasında izin de kullanmamıştı. Terhis günü yaklaşırken, askere gelmeden birkaç ay önce evlendiği karısının yüzünü dahi hatırlayamamıştı.

İbrâhim Aleyhisselam’ın Nemrut tarafından ateşe atıldığında kullandığı, şehre tepeden bakan kalenin üzerindeki ikiz kuleleriyle birlikte Peygamberler şehri Urfa, Gazilerin şehri Antep geride kalırken akşam karanlığında Adana’ya vardılar.

Şimdi esas mesele Karaisalı’nın yolunu bulmaktı. Önlerine gelen her adama sordular. En son birisi bir yol gösterdi. “Bu yolu hiç bırakmayın sağa sola sapmayın, sizi Karaisalı’ya götürür.” dedi. Şoför yolu bulmanın sevinciyle gaza bastı. Bir müddet gittikten sonra gök gürültüsü gibi bir sesle ikisi de irkildi. Babası dikiz aynasından baktığında yerde bir adamın yattığını gördü. Aklı başından gitti. Ne yapacağını şaşırdı. İlk aklına gelen bu gecenin sabaha kadar karakolda geçeceği oldu. Ama adama çarpma ile nasıl bu kadar ses çıkabilirdi. Aklı almıyordu. Şoföre “Adama çarptık” dedi. Şoförle birlikte aynı anda arabadan inip hızla adamın yanına gittiler. Alacakaranlıkta adam hareketsiz yatıyordu. İkisi birlikte üzerine eğilip kaldırmak istediler. O anda yerde yatanın adam değil bir yatak balyası olduğunu anladılar. İkisinin de sevincine diyecek yoktu. Birkaç saniye gibi kısa bir süre geçtikten sonra bu balyanın nereden buraya düştüğünü ve o gök gürültüsü gibi sesin ne olduğunu merak edip araştırmaya başladılar.

Mesele hemen anlaşıldı. Tren yolunun altından geçmişlerdi. Geçidin yüksekliği yüklü kamyonun yüksekliğinden düşüktü. Yüksekliği gösteren ikaz levhası da vardı. Ancak şoför fark edememişti. Yükün en önünde bulunan kamyonun yüksekliğini de aşan gardırop üst geçide çarpmış, çarpmanın şiddetiyle gardırop arkaya doğru eşyaları sıkıştırmış ve arkadaki yatak balyası yola fırlamış, gardırop ise parçalanmış yerinden çıkarak eşyaların üstüne yerleşmişti.

Vaziyet anlaşılınca yatak balyasını tekrar kamyona yükleyerek cana zarar gelmemesinin sevinciyle yola devam ettiler.

***

Kamyon, beklenen akşam lojmanın önüne geldiğinde hem babasının hem de şoförün yüzünden düşen bin parçaydı. Hâkim bey önce bir anlam veremedi.

Sonunda babası başlarına gelen olayı detayları ile birlikte anlattı. Hâkim bey onları teselli etti. “Olmuşa, ölmüşe çare yoktur derler. Bunda da vardır bir hayır, sabah ola, hayr ola” deyip babasını misafirhaneye götürdü.

Merakla bekleyen karısı durumu anlayınca, babası da üstüne üstlük “o çarpmayla kamyonda hiçbir eşya sağlam kalmamıştır.” deyince karısı binbir zorlukla on yılda bir araya getirdiği ev eşyalarının bir anda yok oluşunu düşündüğünde baygınlık geçirdi. Hâkim bey bir taraftan karısını teselli etmeye çalışırken bir taraftan da babasını sakinleştirmeye gayret ediyordu.

İnsanoğlunun karşılaştığı kötü olaylara ilk tepkisi şok ve baygınlık olsa da bir müddet sonra beyin, olanı çaresiz kabul edip sakinleşiyor. Şimdi de öyle olmuştu. Sabahı beklemek, eşyayı indirmekten başka yapacak bir şey yoktu. Belki de eşyalar fazla zarar görmemiş olabilirdi ümidiyle düşüp yattılar.

****

Sabahleyin lojmana geldiklerinde hâkim beyler ve personel de yardım için gelmişti. İlçenin kıdemli hâkimi, hâkim beye; “hemen bir tesbit yapalım, zararın neyse şoförden alırsın” dedi. Bunu şoför duyacak şekilde sesli söylemişti. Şoför bu konuşmayı duyunca sanki üzerine kaynar su dökülmüş gibi küçüldü. Hâkim bey haline acıdı. En önemlisi de vatandaş “Hâkim bey bizim davalarımızı çözmeye başlamadan kendi davalık oldu” derler diye düşündü. Bir de mahkemenin tesbiti gerçekten kırılan dökülen eşyanın gerçek değeri olur muydu.? Fazla tesbit yapılırsa kul hakkına gireceğini düşündü. Ayrıca hasarlı eşyaların değerini şoförden alırsa o eşyaları da kendisine vermeliydi. O eşyalara ihtiyacı vardı. Yeni ev eşyası alacak durumu da yoktu. Kıdemli Hâkime; “Tesbit yaptırmayacağım, dava açmayı da düşünmüyorum.” dedi Hâkim beyin cevabını duyan şoför suya hasret kalmış, solmuş çiçeğe su verilmiş gibi açıldı, neşelendi. Babasının ifadesine göre kamyon yüklenirken ortadan kaybolan, yükleme bittikten sonra gelen şoför şimdi canla başla eşyaların kamyondan indirilmesine nezaret ediyor, yardım ediyor, hatta eşyaları sırtlayarak taşıyordu.

Kıdemli Hâkim, evinden ahşap tokmak ile tornavida ve pense getirerek buzdolabını kenara aldı. Tecrübeli bir tamir ustası gibi çarpılmış, yukarıdan aşağıya kâğıt gibi ikiye katlanmış buzdolabı kapısını söktü. Uzun bir ara kablosu getirerek fişi taktı. Buzdolabı çalışıyordu. Kapısını yüzüstü yere yatırarak tahta çekiciyle yavaş yavaş vurarak iyice düzeltti. Bu bükülen ve düzeltilen yerlerin boyası döküldü. Hâkim beyin aklına o anda Van’da Elektrikçi arkadaşının verdiği sprey beyaz yağlı boya geldi. Valizinden çıkarıp getirdi. Kıdemli Hâkime verdi. Bu sprey boyaya o da çok sevindi. Buzdolabı kapısını itinayla boyadı. Kapıyı yerine taktı. Kapattığında kapı milimetrik olarak yerine oturdu. Böylece Çukurova’nın eylül sıcağında bir eve en lüzumlu eşya olan buzdolabı kurtulmuştu. Gerisi pek de önemli değildi. Akşama doğru bütün eşyalar taşınmıştı. Zaten gardırop, buzdolabı ve davlumbaz fırından başka zarar gören, kullanılamayacak derecede pek eşya da yoktu.

Şoförün işi bitmişti. Artık onu göndermek gerekiyordu. Hâkim bey nakliye ücreti olarak iki bin liraya anlaşmıştı. Ayırdığı bu parayı getirip saymadan şoföre verdi. Şoförün almayacağını, hatta “Eşyanı sağlam olarak sana ulaştıramadım. Buna rağmen benden bir bedel istemedin. Ben de alacağımdan vazgeçiyorum” diyeceğini zannediyordu. Ama öyle olmadı. Şoför parayı sevinçle aldı. Dikkatlice saydı. Hâkim beyi şok eden sözünü söyledi. “Hâkim bey yüz lira eksik” dedi. Hâkim bey hemen gidip yüz lirasını da getirip verdi. Kendisini yolcu etti.

***

Bu ilk vazife yerine alışmaya çalışıyordu. Burası Toros Dağları’na yaslanmış, Adana’nın altmış kilometre kuzeyinde küçük bir ilçeydi. Ormanlık alanı oldukça fazlaydı. Toros dağlarına yayılmış elliden fazla orman köyü vardı. Buna bağlı olarak orman davaları da fazlaydı. Staj yaptığı Van’da orman olmadığı için orda orman davası yoktu. Kendisine Orman davaları ile ilgili kitaplar aldı. Orman davaları, ormandan tarla açma, izinsiz ağaç kesme, ormanda keçi otlatma gibi davalardı. Hem para hem de hapis cezası gerektiriyordu. Bu davalar Sulh Ceza Mahkemesi’nde görülmekteydi. Sulh Ceza ve Sulh Hukuk mahkemelerinin yetkisi teamül olarak yeni başlayan hâkime veriliyordu. Burada da öyle olmuştu. Yeni karşılaştığı bu davaları öğrenmek için sürekli çalışıyordu. Öğrencilik yeniden başlamıştı ve hiç de sona ermeyecekti.

Yeni görev yerinde sürprizler de devam ediyordu.

*****

Bir gün odasında harıl harıl çalışırken bir genç geldi.

– Hâkim bey, müsaitseniz kaymakam bey sizi ziyaret etmek istiyor.

– Tabii ki buyursun gelsin.

Genç gittikten sonra birkaç dakika geçmeden Kaymakam bey geldi. Hâkim bey karşılamak için kapıya yöneldi. Kaymakam beyle yüz yüze gelince sevinci, şaşkınlığı ve heyecanı birbirine karıştı. Çünkü kaymakam bey öğretmen okulunda iki yıl boyunca aynı sınıfta ve aynı koğuşta kaldığı okul arkadaşıydı.

Birbirlerine hasretle sarıldılar. Aynı heyecan ve sevinç Kaymakam beyde de müşahede ediliyordu. Talebelik yıllarına uzanan koyu bir sohbete daldılar. Bu sürpriz hâkim beye bu ilk vazife yerinde çok iyi gelmişti. Eşyaların uğradığı kaza mevzu olunca Hâkim bey gardırobun büyük hasar aldığını söyledi. Kaymakam bey de ilçede gençlere meslek edindirme için bir mobilya marangoz atölyesi açtığını, gardırobun orada tamir edilebileceğini söyledi. Gerçekten oradaki ustalar, kırılan, dökülen gardırobu bir kırık çıkıkçı mahareti ile yapıştırıp ilk bakışta fark edilemeyecek şekilde tamir ettiler. Hâkim bey o gardırobu uzun yıllar kullandı.

****

Bir gün yine odasında çalışırken sürpriz bir ziyaretçisi geldi. Bu ziyaretçi, Van’da kendisine sprey boya hediye eden elektrikçiydi. Bir müddet hasbihal ile hasret giderdikten sonra Hâkim bey;

– Hayırdır, buraya yolun nasıl düştü?

– Hiç sorma pek hayır gibi görünmüyor. Onun için özellikle sizinle bu konuyu istişare etmek için geldim.

Hâkim bey daha da meraklandı. Pür dikkat dinlemeye hazır bir vaziyet aldı. Elektrikçi anlatmaya başladı.

– Benim bir kardeşim var. Adana’da bir fırında çalışıyordu. Aynı fırında çalışan bir işçiyle aralarında bir tartışma çıkmış. İşçi kardeşime ağır bir küfür etmiş. Diğer işçiler ayırmaya çalışmışlarsa da bu arada kardeşim sinirlerine hâkim olamamış, yanında taşıdığı tabancayla bir metre mesafeden işçiye bir el ateş etmiş. Kurşun işçinin kör olan gözünden girip kafasının arkasından çıkmış. Fakat adam ölmemiş. Olaydan hemen sonra kardeşim tutuklandı. Hakkında dava açıldı. Dosya adli tıbba gönderildi. İki yıl tutuklu kaldı. Adli tıp raporunda kurşunun, müştekinin zaten kör gözünden girdiği, hiçbir organa zarar vermeden kafasının arka tarafından çıktığı, kişinin on gün iş ve gücünden kaldığı, bir ayda iyileşeceği tesbit edildi. Ağır Ceza Mahkemesi bu rapor üzerine kardeşimi tahliye etti. Avukatı, “Önümüzdeki celsede karar verilecek, ancak mahkeme başkanı iki teneke hakiki bal istedi, bunu vermemiz halinde çok az bir cezayla kurtulacak, aksi halde öldürmeye teşebbüsten en az on iki yıl ceza alacak” dedi. Bu konuda senin fikrini almak istedim.

Arkadaşını pür dikkat dinleyen hâkim bey şaşkınlığını gizleyemedi. Daha mesleğinin birinci ayındaydı. “Böyle şeyler de mi varmış?” diye düşündü. İlk aklına gelen avukatın canının hakiki bal çekmiş olabileceği geldi. Bir Ağır Ceza Başkanı’nın iki teneke hakiki bal isteyeceğine yeni başlamış bir meslektaşı olarak hiç ihtimal vermedi. Hadi diyelim ki başkan istedi ve arkadaşım da getirip verdi. Başkan tek başına karar vermiyor ki iki tane daha üyesi var. Onlardan birinin başkana katılması gerekir. Farz edelim ki bir üye de katıldı. Mahkemeden silahla basit yaralamadan iki yıl ceza çıktı. Bunun yargıtayı da var. Yargıtaydan bozulur, döner. Göründüğü kadarıyla fiil, tam bir öldürmeye teşebbüstü. Kısa mesafeden, öldürücü silahla, tam isabetle ve öldürücü bir bölgeden kurşunun vücuda girmesi kesin olarak failin öldürme kastının delili sayılırdı. Bunun basit yaralamaya tevili mümkün değildi. Hâkim bey kafasında bunları düşünürken arkadaşı da merakla bir şey söylemesini bekliyordu. Nihayet;

– Önce geçmiş olsun. Kardeşinizin başına böyle elim bir olayın gelmesine çok üzüldüm. Ancak benim fikrimi sorarsan bu avukat senden kendisi için bal istiyor, başkana vermek için değil. Avukata vermek istersen verebilirsin ama bunun mahkemenin kararına tesiri olmaz. Mahkeme adli tıp raporundan sonra kardeşini tahliye etmiş ise fiilin basit yaralama olduğu kanaatinde olabilir. Eğer bu kanaatte ise zaten az bir ceza verecektir. Avukat da böyle düşündüğü için senden istifade etmek istemiş olabilir.

– O zaman vermeyeyim.

– Bence de verme. Ama benim kanaatine göre mahkeme basit yaralama düşünerek böyle bir karar verirse kesinlikle yargıtaydan bozularak gelir. Yani iki teneke balın bu neticeye hiçbir tesiri olmaz.

Arkadaşı ile bir iki çay daha içti. Van üzerine epeyce sohbet ettikten sonra onu yolcu edip yine dosyalarıyla, Orman davalarıyla baş başa kaldı.

*****

Duruşma, yeni hâkimleri en fazla ürküten merasimlerdir. Önce çok basit gibi görünür. Hâkim, “kürsüye çıkacağım, dediğim dediktir, ben ne dersem o olur. Sonunda vicdanıma göre kararımı veririm” diye düşünür. Ama kürsüye çıktığı zaman ilk cümlesinin ne olacağını dahi bilemez, şaşırır kalır. O anda tecrübeli kâtip imdadına yetişebilir. Zaptın ilk cümlesine, eğer ilk duruşma ise “Belli gün ve saatte celse açıldı. Duruşmaya başlandı.”, sonraki duruşmalarda ise ” duruşmaya devam edildi” diye yazar. Sonraki cümle duruşmaya kimlerin geldiği yazılır. Ceza mahkemesi ise “Sanık ve müştekinin hazır olduğu görüldü.” Hukuk mahkemesi ise “Davacı ile davalının hazır olduğu görüldü.” diye yazılır. İlk duruşma ise gelenlerin kimlik tesbiti yapılır. Sonraki duruşmalarda ise duruşma gününe kadar yapılan veya yapılmayan muameleler sırasıyla yazılır. Bu hususlar her duruşmada aynıdır. Onun için kâtip daha hâkim söylemeden bu hususları yazar. Ama kâtipler yeni bir hâkimle duruşmaya çıktığı zaman bazıları hâkim söylemeden yazarsam kızabilir, bazı kâtipler de acaba hâkim biliyor mu, bilmiyor mu diye tecrübe etmek için yazmaz. Hâkim stajda yaşadığı bir tecrübeden dolayı bu hususlara iyi çalışmış ve bu ilk görev yerindeki ilk duruşmada pek acemilik çekmemişti. Yaşadığı tecrübe zihninden geçti. Kendi kendine gülümsedi.

Hâkim bey stajda iken Asliye Ceza Mahkemesinin duruşmasını izliyordu. Duruşma hâkimi, kendisine bir dosya uzattı. “Bu dosyanın duruşmasına sen çıkacaksın” dedi. Hâkim bey de dosyayı inceledi. Bir hırsızlık dosyası idi. Dinlenmek üzere bir şahit çağrılmıştı. Hâkim bey içinden “Çok basit bir dosya, şahide, sanığı hırsızlık yaparken görüp görmediğini sorarım. Cevabını da zapta yazarım.” diye düşündü. Dosyayı duruşma hakimine uzattı. Hâkime hanım dosyayı aldı. Biraz da şaşırarak “inceledin mi?” dedi. Hâkim bey “evet” anlamında başını salladı.

Dosya sırası geldiğinde, Hâkime hanım, kürsüdeki koltuğundan kalktı, arka tarafa geçti. Hâkim beyi kürsüye davet etti. Hâkim bey ilk defa kürsüye çıkmanın heyecanıyla Hâkime hanımın koltuğuna oturdu. Dosyayı açtı. Kâtip, Hâkim beyin zapta yazılacak ilk şablon cümleleri yazdırmasını bekledi. Ama Hâkim beyden cevap gelmeyince kendisi yazdı. Hâkim bey mübaşire “şahidi çağır.” dedi. Şahit içeri girdi, kürsünün önünde durdu. Hâkim bey çok şaşırdı. Böyle bir şeyi hiç beklemiyordu. Gelen şâhit, resmi kıyafetli bir polis memuruydu. Hâkim koltuğunun arkasında sağ tarafta ayakta bekleyen Hâkime hanım, Hâkim beyin hayretini anladı. Kulağını eğilip “zabıt mümzii” dedi. Yani hırsızı yakalayan polislerin tuttuğu tutanak altında bu polisin de imzası vardı. Hâkim içine düştüğü şaşkınlıktan uyandı. Kâtip bu arada şâhidin kimliğini tutanağa geçmişti. Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu’nda şâhidin kimliğinin alınmasında hangi hususların zapta yazılacağı sırasıyla yazılıydı. Hâkim bu hususları defalarca okumuştu. Ama kürsüye ilk çıktığı bu anda sanki zihni sıfırlanmıştı. Kâtip bu durumu anladığı için zapta kendisi yazmıştı. Hâkim bey şâhide dosyadaki tutanağı göstererek; “Bu tutanağın altındaki imza sana mı aittir” diye sordu. Hazırlıklı ve bu husus için belki defalarca mahkemeye şâhitlik için gelen polis memuru, “Evet efendim. İmza bana aittir. Olay günü ihbar üzerine olay mahalline gittik. Hırsızı kaçarken takip neticesinde yakaladık. Üzerinde yaptığımız aramada müştekiye ait hırsızlık eşyasını bulduk. Eşyayı müştekiye teslim ettik ve diğer polis memuru arkadaşlarımızla bu tutanağı tuttuk. Müşteki ve hırsız da dahil hep beraber imza altına aldık. Tutanakta anlatılan olaylar doğrudur, ismim altındaki imza bana aittir.” dedi. Gelmeyen diğer tutanak mümzii şâhitlere yeniden davetiye çıkarılmasına, duruşmanın başka bir güne ertelenmesine karar verildi.  

Hâkim bey, incelerken çok basit gördüğü bu dosyanın duruşması kendisini terletmişti. Ancak iki yıllık stajında öğrendiği şeylerden daha fazla şey de öğretmişti. Stajyer hâkimler genellikle duruşma salonuna alınırlar, kendilerine bir sandalye verilir, bu sandalyede oturur, duruşmayı takip ederler. Duruşmayı bir süre takip ettikten sonra her şeyi kavradıklarını, duruşmanın basit olduğunu zannederler. Ancak kürsüye çıktıklarında işin öyle olmadığını acı bir şekilde anlarlar. Bu ilk çıktığı duruşmadan sonra Hâkim beyin aklından “Eğer bakmakla usta olunsaydı bütün köpekler kasap olurdu” atasözü hiç çıkmadı.

Hâkim bey geçmişe daldığı bu sırada mahkeme koridorunda ve kalemlerde bir telaş başladı. Ne olduğunu anlamak için kulak kabarttı. “Müfettiş geldi, müfettiş geldi” sesleri koridorda yankılandı. Adliye müfettişi, her iki senede bir adliyeye teftiş için habersiz gelirdi. Adliyeye geldiğinde ilk önce Mahkeme yazı işleri müdürü ile İcra müdürünün odasına gider ilk iş olarak kasa mevcudunu kaydederdi.  Ondan sonra Ağır Ceza Mahkemesi varsa Adalet Komisyonu Başkanını ve Başsavcıyı ziyaret ederdi. Diğer hâkim savcıları rahatsız etmezdi. Başsavcı tarafından kendisine bir oda tahsis edilir, bu odada adliyenin büyüklüğüne, dosya sayısına, iş yoğunluğuna göre belli bir süre kalırdı. Hâkim beyin ilk görev yeri olan bu ilçe, beş bin nüfuslu bir yerdi. Müfettiş yaklaşık on beş gün kalırdı. Bu süre içinde hâkim ve savcılar Müfettişe hoş geldine giderler, o da iade-i ziyarette bulunurdu. Çalışmasını bitirdiğinde de Adliye olarak Müfettiş için bir veda yemeği düzenlenirdi. Hâkim ve savcılar hakkında bir şikâyet olursa bununla ilgili olarak şikâyeti Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na bildirir, kurul kendisine soruşturma yetkisi verirse soruşturma yapardı. Bunun dışında hâkim ve savcıların şahsını teftiş etmezdi. Hâkim ve savcının baktığı dava dosyalarını inceler, usule aykırı hususları kaydeder, teftiş raporu haline getirir, bu rapor hâkim ve savcılara bilahare gönderilirdi. Her mahkemenin dosyalarında tesbit ettiği hataları te’kid konusu yapardı. Hâkimler ve savcılar bu “te’kid” lere bakarak bir daha aynı hatayı yapmamaya itinâ ederlerdi. Te’kide rağmen aynı hatayı sonraki teftişte de yaptığı takdirde bu hâkim hakkında soruşturma konusu olabilirdi. Bir de hâkim ve savcılarla ilgili olarak Müfettiş, Kurula verdiği raporunda, hâkimin terfiye, birinci sınıfa ayrılmaya lâyık olup olmadığı konusunda da bir rapor verirdi. Müfettişler gittikleri adliyelerde bir yıldan fazla çalışan hâkimlerin işlerini nazara alır, ona göre rapor tanzim ederlerdi.

Hâkim beyin göreve başlaması daha bir ayı bulmamıştı. Bu bakımdan rahattı.

Müfettiş bey odasına yerleştikten sonra hâkimler, savcılar yavaş yavaş hoş geldine gitmeye başladılar. Hâkim bey de müsait olduğu bir zaman Müfettiş beyi ziyarete gitmeye karar verdi.

Ekim ayının ortalarıydı. Çukurova sıcakları hala hüküm sürüyordu. Bu sıcaklara alışık olmayan, Doğu Anadolu’nun yüksek yaylalarında doğup büyüyen Hâkim bey bu sıcaklara uyum sağlamaya çalışıyordu. Ceket ve kravatı çıkarıp atmıştı. Kısa kollu bir gömlek giyiyordu. Gömleğin bir düğmesini de açık bırakıyordu. Bu halde iken müfettişin kapısını çalıp açtı. Müfettiş bey ceketini çıkarıp arkadaki askılığa asmış, kravatı boynunda sıkıca bağlı olduğu halde önündeki dosyaları okuyordu. Başını kaldırıp kapıya baktı. Hemen ayağa kalkıp Hâkim beyi kapıda karşıladı. “Hoş geldin” dedi. Tokalaştı, yer gösterip oturmasına yardım etti. Sonra özür dileyerek askıdan ceketini alıp aceleyle giydi, makamına geçip oturdu. Dikkatle müfettişin hareketlerini takip eden Hâkim bey meselenin idrakine vardı. Bu kıyafetle müfettişi ziyaret etmesi çok büyük hata olmuştu. Ama iş işten geçmişti. Herhalde giyinmek için artık müsaade de isteyemezdi. Koyu bir sohbete daldılar. Müfettiş bey mesleğe kabul edilmesinden dolayı kendisini tebrik etti. Bazı tavsiyelerde bulundu. Teraküme sebebiyet vermemesini, korkmadan, tereddüt etmeden, vicdanının durduğu yerde, mevzuata uygun karar vermesini, gerektiğinde tecrübeli hâkim abilerine danışabileceğini, not kaygısıyla hareket etmemesini söyledi. Ancak kılık, kıyafet konusuna hiç değinmedi ve kendisini çok kibar bir şekilde uğurladı.

Müfettiş beyin bu tavrını, bu davranışını ve adını meslek hayatı boyunca hiç unutmadı. Bu tavrı ” Lisan-ı hâl, Lisan-ı kâlden entakdır.” kelam-ı kibârının bir tecessümü idi.  O günden sonra boynundaki kravatını hiç gevşetmedi. Kravatı sanki bir ucu boynuna bağlı, diğer ucu da hak ve adalete bağlı olduğunu hiç aklından çıkarmadı.

*****

Epey zaman sonra Vanlı elektrikçi arkadaşı çıkageldi.

Hâkim bey yüzündeki ifadeden sitemle geldiğini anladı. “Hoş geldin, sefa getirdin” dedi. Sonra yer gösterdi. Arkadaşı oturduktan sonra biraz nefeslendi. Hâl hatır sormalardan, memleket haberlerinden sonra Hâkim bey;

– Kardeşinin muhakemesi neticelendi mi?

– Neticelendi. On iki yıl ceza aldı. Balı verseydik belki böyle olmazdı.

Hâkim bey, mesleğinin ilk ayında bir hata yaptığını anladı. Bir daha da böyle bir hataya düşmemek için kendi kendine söz verdi. Eğer arkadaşına; “madem avukat istiyor, balı getir, ver. Ama benim tahminim sonuç değişmeyecek” olmalıydı. Şimdi arkadaşına balı verme dediği için arkadaşı içten içe kendisini suçluyordu. Arkadaşı;

– Dosya temyize gönderildi. Bir arkadaşım Ankara’dan bir avukat buldu. Avukatla görüştüm. Dosyanın gideceği Yargıtay Dairesinin başkanını tanıdığını, eğer beş milyon verirse dosyayı bozabileceğini söyledi.

Hâkim bey kendi kendine verdiği sözü hemen tatbik etmeye karar verdi.

– Sen bu parayı götür avukata ver ama benim tahminim netice değişmeyecek.

Arkadaşı müsaade isteyip gitti.

*****

Hâkimliğinin ilk yılını doldurmadan, daha Sulh Ceza, Sulh Hukuk mahkemelerinin dosyalarına henüz alışmışken Adana İkinci Asliye Ceza Mahkemesi’ne yetkisi çıktı. Altı ay boyunca altmış kilometrelik yolu her gün gidip geldi. Kendisinden hemen sonra ilçe kıdemli savcısının da yetkisi çıktı. Beraberce sabah akşam gidip geliyorlardı. İkinci Asliye Ceza Mahkemesi’nde bin altı yüz derdest dosya vardı. Haftada üç gün altmış dosya ile duruşmaya çıkıyordu. Daha bir yılını doldurmamış bir hâkim için ağır bir yüktü. “Vaki olanda hayır vardır.” kelam-ı kibarı burada da tecelli etti. Bu altı aylık tecrübeden sonra hâkim bey mesleğinde hiç zorluk çekmedi.

Bazen Ağır Ceza mahkemelerinde eksilen üyenin yerine bakmak üzere yetkilendiriliyordu. Arkadaşının kardeşinin dosyasının görüldüğü mahkemede de görevlendirildi. Bu vesileyle dosyayı inceledi. Mahkeme olayı doğru tavsif etmiş ve yerinde bir kararla öldürmeye tam teşebbüs suçundan on iki yıl ağır hapis cezasına ve hükümle birlikte tutuklanmasına karar vermişti. Ancak kardeşi duruşmaya gitmediği için tutuklanmaktan kurtulmuştu.  Beş milyonun da bu kararı değiştiremeyeceğine dair tam kanaat sahibi oldu.

Kısa bir süre sonra dosya da Yargıtaydan tasdik edilerek geldi.

Arkadaşı bu vesileyle üçüncü kez ziyaretine geldi. Yüzünde mahcubiyet edası vardı. “Hâkim bey siz haklıydınız, ancak ben sizi dinlemedim.” dedi. Hâkim bey; “Geçmiş olsun. Allah kurtarsın.” demekten başka söz bulamadı.

– Sağ olun hâkim bey. Zaten kardeşim de bir müddet tutuklu kaldığı için “Ben bir daha çıktığım o yere girmem, teslim olmam” diyor.

– Kendi bilir. Ama bazıları “kaçmak teslim olmaktan çok daha zordur” derler.

Arkadaşı vedalaşıp gitti.

******

Aradan uzun bir süre geçtikten sonra Hâkim bey izne ayrıldı. Van’a gittiğinde arkadaşını ziyaret etti. Sohbet sırasında; “Kardeşin ne yapıyor?” dedi. Arkadaşı, “Kardeşim teslim olmadı. Uzun bir süre ben bile nerede olduğunu bilmiyordum. Bizimle hiç irtibata geçmedi. Sonra bir af çıktı. Kardeşimin ilk tutuklandığında içerde yattığı süre yeterli görüldü. Teslim olduğu gün serbest bırakıldı.” dedi.

Böylece akılda kalan bir dava daha adliyenin tozlu raflarında unutulmaya mahkûm oldu.

 ——-

Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.

Emin ARICI

Öğretmen, Hakim, Avukat, İlahiyatçı, Mütekaid

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu