
Her hangi bir ay. Gün belli değil.
Durur muyum hiç! Koca İspanya kralıyım ne de olsa. Balmumu döküp itina ile kapatmış zavallılar. Sakın bu işte Fransa’nın parmağı olmasın? Öyle zarf açacağı filan aramadım. Hışımla yırttım. Mektûbu taşıyan kağıdı açmadan burnuma yaklaştırıp kokladım. Dokusundaki narinlik miydi bana bunu yaptıran yoksa rengindeki asalet mi anlayamadım. Rüzgârla Hazar Denizi taraflarından gelen… Her neyse… Mektuba geçelim:
“Sevgili Piskarev,
Az önce seni konu alan hikayeyi, Neva Bulvarı’nı okuyordum ki, bir an canına kıyacaksın gibi bir hisse kapıldım ve içimden sana birkaç şey söylemek geldi.
Ölüm bugünlerde fazla göz önünde eminim sen de farkındasındır. Mesela geçenlerde Portre’deki ana karakter öldü. Onu öldüren şey, portreye konu alan tefecinin zulmetiydi ama bazen farkında olmadan bir seçim yapıyoruz ve hayatımız o yönde akıp gidiyor durdurulamaz bir şekilde. Öyle dalıyoruz öyle dalıyoruz ki sürüklendiğimiz yeri bile göremiyoruz. Onca öfkesini ünlü ressamların birbirinden güzel tablolarını parçalayarak çıkardı ama öfkelenmeye hakkı yoktu bence. Bu işler böyledir. Tabloların suçu ne?
Palto’daki ana karakter de öldü. Hikayesi oldukça acıklıydı. Şimdilerde bir hayalet olarak etrafta dolaşıp, kayıp paltosunu arıyormuş. Kimileri ölse de, dünyayla hesaplaşması bitmiyor. Aslında düşünüyorum da ölmek kolay olanı, zaten bir tane canın var ölüverirsin biter gider. ‘Ölüm olmasaydı hayat bütün güzelliğini kaybederdi.’ diyor Gogol. Bir kaçış veya kurtuluş gibi… Haklı belki de ama yine de herkes bir yana özellikle senin zoru seçip hayata tutunmanı gerçekten çok istiyorum.
Ne yazık ki sen şu an bir hayalin peşinden sürüklenmiş, gerçek dünyadan kopup gitmiş bir vaziyettesin. Oysa sen ne güzel seversin… Yanlış kişiyi sevdin diye bu sendeki cevheri neden hiç etsin?
Şu an aklının ve mantığının sesini duyamıyorsun anlıyorum ama yine de bir düşün. Hayalindeki insan olma yükünü bunu istemeyen birine yüklemek ne kadar akıllıca? Hem kim neden sorumlu olsun ki senin hayallerinden? O sadece bir figür. Biçtiğin güzel hayaller elbisesini istemediği halde giydirip bir de zorla onun üzerine uydurmaya çalışmak doğru mu sence? Sonra hayata küsmek neden?
Hassas kalbinden etkilenmemek imkansız. Hassas kalplerin şifalı olduğu söylenir, belki sen de duymuşsundur. Zeytin misali… Dünya ise bir zeytin tanesinin karşı koyması mümkün olmayan bir pres makinesi… Ezer, ezer, ezer suyunu çıkarır. Ama zeytinin çıkan yağı da ayrıca şifadır bilirsin. Zeytin öylece yere düşse, toprağa karışsa bile zayi olmaz. Yeşerir, büyür, yepyeni zeytinlere ağaç olur, Gogol’un paltosu gibi.
Kalbin herkesten daha geçirgen. Sen dünyaya herkesten farklı bakıyor ve her şeyi çok fazla hissediyorsun. Bir karıncanın sırtındaki yükte, doluda çiçeklerini döken ağacın kırılan minicik dalında, üşüyen bir köpek yavrusunun titremelerinde, sert bir bakışın acı bir sözün sapladığı okta, çengelli iğneyle tutturulmuş asılı durur kalbin. Halbuki kimse görmez, bilmez. Ama sen ordasındır, hazır olda beklersin. Hepsini kabul ediyorum ve seni omuzlarından tutup sarsmak hatta sana şöyle okkalı bir tokat atıp seni kendine getirmek istiyorum. Uğruna ölünecek aşk inan bana böylesi değil. Hatta seni temin ederim, bu yaşadığın şey aşk bile değil.
Farkında mısın, Gogol, her karaktere bir ‘şey’ini kaybettiriyor. Faytonun içine saklanan adama itibarını, birine aklını, birine burnunu, birine paltosunu, senin arkadaşına edebini, ressama kabiliyetini ve görünen o ki sana da hayatını…Yaşadıkça eksiliyoruz, evet. Önce sürekli dolduruyor, sonra adım adım eksiliyoruz. Sahip olduğumuz her şeyin ebediyyen bize ait olduğunu düşündüğümüz için de bocalıyoruz. Burnun bile senin değil bak, tepesi atınca çekip gidebiliyor burunlar. Öylece kalakalıyor insan. Palto, burun, akıl, kabiliyet, itibar, aşk hepsini geçtim saçın, tırnağın, etin kemiğin hepsi senden çıksa senden geriye ne kalıyor, bunu hiç düşündün mü? Öldüğün zaman ne göndereksin sonsuzluğa? Her şeyi çık, geriye kalan şey, ruhun, işte sen osun. Ruhundan da mı vazgeçeceksin? Vazgeçince ne olacak, kime ders vereceksin? Kim ağlayacak arkandan?
Ne büyük şans ki dünya içinde bir dünya olan Neva Bulvarı’ndasın. Orada bir yaraya bin merhem, bin avuntu. Bak arkadaşına, onca rezillik yaşadı, gözünü hayata daldırdı unuttu gitti. Sen öyle olamıyorsun öyle değil mi? Hangisi doğrusu ben de bilemiyorum. Sanırım bizi pençesine alıp ezen zorlayıcı hisler için zaman zaman öyle olmak da bir seçenek.
Sen o dilberin hayallerine açılan bir kapı olduğunu düşündün. Beyaz, tertemiz, süslü bir kapı… Ama o kapı çöplüğe açıldı. Sende müthiş bir sevgi hazinesi var. Ne sunduysan o kıza hepsini topla doldur sandıklara, sakın çöplüğe dökme. Biraz kendine güven, kıymetini bil tertemiz hislerinin ve yüreğinin.
Şimdi hikayeni okumaya devam edeceğim. Umarım hikayenin sonunda hayatını değil de, yalnızca aşka olan inancını kaybedip bu üzüntünü sanatın yoluyla eserlerine aktarıp ünlenerek ucuz yırtmış olursun. Eğer senin için korktuğum son gerçekleştiyse, ben de bir uykuya dalıp rüyamda o güzel yüreğine yakışan şekilde acılarını dönüştürdüğün sanatınla açtığın sergide uzun uzun gezeceğim. Tıpkı senin hikaye boyunca yaptığın gibi bir rüyadan diğerine…”
Sevgilerimle…
Nukte”
Aman canım! Ben de mektup şey hakkındadır diye düşünmüştüm. Mektup bana bile değilmiş. Hayır! artık dayanacak gücüm kalmadı. Neler yapıyorlar bana! Kafama buzlu sular akıtıyorlar! Beni dinlemiyorlar, neler çektiğimi görmüyorlar. Mektup… Yazmış da yazmış… Günümüz Rus insanının merak ettiği konular başka şekerim! Mektup VIII. Ferdinand, İspanya kralı! Hitabıyla başlasaydı şâyet… “Beni kandıramazsın” Dünya âlem bilir ki, İngiliz enfiye çekti mi, Fransa hapşırır. Ne ilgim var benim mektup denen saçmalıkla! Eczacılar yazar mektubu…
——-
Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.