
Paranın insanı bozduğundan her millet söz eder. Hatta dünyanın neresinde olursanız olun “para insanı bozar” minvalinde bir deyim illa karşınıza çıkar. Belki eskiden bizim topraklarımızda, sadaka taşları olduğu ve zekatlar verildiği için kimimiz diyor ki “Bu milleti para bozmaz, bozamaz”, hatta birkaç hafta öncesine kadar ben de bu kadar bozulacağımıza ihtimal vermiyordum. Çok sevdiğim şairlerden Yahya Kemal’in bir beyti vardır:
“Ben ne harâbiyim ne harâbâti
Kökü mâzide kalmış bir âtiyim”
Bu beyit üzerinden seneler geçti, Yahya Kemal gibi düşünen insanlar azınlık haline geldi. Değişen devirle birlikte insan da değişiyor ya işte, siz her ne kadar o maziye, eski toprağın insanına özlem duysanız da özlem duygusundan öteye geçmiyor bu devirden sonra. Gelin bu kanaate nasıl bir sukut-ı hayal ile vardım okuyalım.
Bu yaşanan hadise 1 gün içerisinde ve daha da hususi bir vakit dilimi belirtmek icap ederse 3 saatlik bir periyodun içerisinde gerçekleşti. Bir gün yine Cağaloğlu Anadolu Lisesinde stajıma gidiyordum, dedemin eski ve tamire ihtiyacı olacak tek saatini de almıştım. Stajım bittikten sonra saatlerle arası iyi olan bir abinin referansı üzerine bir saatçiye gittim Sirkeci’de. Saati gösterdim ve kayışının yenilenmesinin gerektiğini söyledim. Bana “Biz kayışçı değiliz ama istersen başka bir kayış takabiliriz, pili de akmamıştır bakalım bi” hele’ dedi ve saatin arkasını açtı. “İyi, saat akmamış, bakalım yeni pil takalım da çalışıyor mu onu da görelim” dedi ve en yakınında bulunan ufak bi çekmeceden bir pil çıkarttı taktı ve eskisini de çöpe attı. ‘’Oo çalışıyor kardeşim, şu an maliyeti 900 lira” dedi. 900 lira ufacık bir pile veresim de gelmedi, ederinin o olmadığını anlamam için tacir olmama lüzum yoktu. ‘’Çıkar abi, takma bir şey arkasını kapat ver” dedim. ‘’Deri kayışı da 2000e takarız” dedi. Toplamda 2900 lira masrafı vardı yani saatin. Evet saat güzel ve ona verilecek büyük miktarda bir para değil fakat yine de bir pile 900 lira vermek için ya para hesabını hiç yapamıyor olmam lazım yahut çok zengin olmalıydım. İkisi de olmadığıma göre çıktım gittim. Bu 4 adet kısımdan ilkiydi.
Saatçiden çıktıktan sonra Nişantaşı’ndan bir arkadaşımdan parfüm teslim almaya gidecektim. Amerikan Hastanesinde çalışıyordu ve o civarlar da varlıklı insanlar muhitiydi. Varlıklı insanlar muhiti olduğundan çöp toplayıcısı, dilencisi ve çingenesi de boldu. Parfümü aldıktan sonra yaşları henüz lisede olan bir abla ve erkek kardeş yaklaştı yanıma, çingenelerdi. “Abi bize su simit alır mısın?” dediler. Su ve simit hem pahalı değildi hem de para dilenmiyorlardı, ben de tamam dedim alırım. Gözüm etrafta fırın aradı fakat bir bakkal dışında su, simit market yoktu. “Abi su ve çikolata alır mısın o zaman?” diye fikirlerini değiştirdiler. Ona da tamam dedim zaten simit ile gofret aynı fiyatta ne olacak dedim. Hem ayrıca birer adet alacakları gıdayı satmakla mı uğraşacaklardı. Markete girdik ve abla su aldı ve bir çikolata aldı fakat bu çikolatayı ben bile hayatımda 2-3 kez almıştım: Damat tablet çikolata. Ben zannediyordum ki Ülker çikolatalı gofret alırım (15 Lira) ve de su alırım (10-15 lira) diye hesap yaparken birden 70-80 liraya satılan damak tablet çikolatadan ‘Abi bu olsun, canım çekti lütfen’ yalvarmalarını duydum. “Hayır olmaz, bırak onu gofret alıyorsan al yoksa almıyorum’ dedim. Bu sefer Sarelle aldı “Abi bu, canım çok çekti lütfen” dedi yine. “Ya bir adet Sarelle ya da 2 adet Sarelle alacaksın” dedim ve tek adet Sarelle’yi (30 lira) seçti. Bunu aldım ve çıktım. Bu ikinci kısım idi.
Parfümü aldıktan sonra evin yolunu tuttum. Metrobüse bindim ve uykum olduğundan uyuyarak durağıma kadar vardım. Metrobüsten yalpalayarak yarı uykulu bir halde çıktım ve yürümeye başladım. Karşımda birden spor ve şık bile diyebileceğim bir tarzda bir kulağında kulaklık olan elinde broşür ve telefon olan bir adam belirdi. “Pardon- pardon 1 saniyenizi rica edebilir miyim?” dedi gayet güzel bir üslupla. Yol soracak zannettim, buyrun dedim. “Ya ben tiyatrocuyum, hayvanların korunması için ve sağlığı için sahneye çıkıyoruz ve dergimiz var bağış topluyoruz acaba siz de-” sözünü bitirmeden araya girdim: “Abi yanlış anlama da böyle diye diye milleti dolandırıyorlar” dedim. “Efendim kardeşim anlamadım?” “Abi dedim ki böyle diye diye mi-” daha lafımı bitirmeden sırtıma pat pat vurarak “Hadi kardeşim hadi, seni kandırmışlar” dedi ve başka tarafa bakıp oralı olmamaya başladı. Bu uykulu halimle neye uğradığımı şaşırdım. Merdivenden yukarı çıktığımda ise güvenliğe birinin para dilendiğini şikayet edip minibüse doğru yürümeye başladım. Bu üçüncü fasıldı.
Normalde minibüse binmemeye çalışırım, boykot ederim. Şoförleri taksicilerin hayvanlığı ile yarışacak seviyedeler de ondan. Aynı zamanda daha elle tutulur ve resmi ulaşım araçlarının yaygınlaşmasını istediğimden mütevellit de binmemeye çalışıyorum. O gün ziyadesiyle yorulduğum için ve trafiğe de takılmamak için minibüse bindim. Her zamanki gibi kalabalıktı ve en arkada oturabildim. Bindiğim duraktan evime 26 lira ve ben 30 lira gönderdim ardından para üstünü bekledim. 5 dakka geçti ortada para üstü yok. Bir ara minibüsçü “30 lira üstü” diye seslenmişti lakin ben bunu diğer her insan gibi “Para üstünü gönderiyorum, bu miktarda parayı gönderen kişi dikkatine haberin olsun” anladım ve sesimi çıkarmadım. Bu seslenmeden sonra paranın hala gelmediğini görünce “Kaptan 30 lira üstü gelmedi?” dedim. O da cevaben “Kardeşim sorduk kimin diye” dedi ve para üstünü öyle gönderdi. Bununla beraber 4 fasıl tamamlanmış oldu.
Yazının sonu ile ana fikrine inmeden evvel o saate güzel deri bir kayış ile pil taktırmamın bana olan maliyetinin 450 lira olduğunu da ek düşeyim. 900 lira istedikleri o pil, başka bir yerde 150 liraydı. Bunun üzerinden de kâr elde edildiğini bilince insan daha da hayret ediyor bu kazıklama gayretine.
Gelelim bakalım gün sonunda bu arkadaşlarımızın kârına. Kâr diyorum ya sattıkları bir şey var çünkü: Karakterleri ve şerefleri. Saatçi abimiz 450 lira değerinde olan tamiratı 2900 liraya çekerek 2450 lira ile karakteri ile şerefini sattı. Benden su ile simit isteyen çocuklar 50 lira yerine 150 lira değerinde damak çikolata için 100 liraya karakterleri ve şereflerini sattılar. Metrobüs durağında önümü kesen tiyatrocu (çok da iyi “iyi ve düşünceli insan” rolü yapıyor) 100-200 lira için karakteri ile şerefini sattı. Minibüs şoförü ise diğer şahıslara kıyasla daha ucuza çalıştığını belirterek sadece 4 liraya karakteri ile şerefini satabileceğini ispat etti. Hani eskiden beri derler ya “3 kuruşluk adamsın” diye, 4 liralık insanlarla beraber yaşıyoruz bu hayatı işte. O minibüs şoförünün aklından “Ne yapsam da şu 4 lirayı cebe indirsem?” diye günün belli bir zamanında bu düşünce geçiyor, ne kadar yazık değil mi?
Günün sonunda anladım ki bu memlekette ne dış güç, ne kriz, ne başka bir millet bu ülkeye bizim kadar zarar vermiyor ve veremez de. Çünkü biz birbirimizi dolandırmayı marifet sanıyoruz. Karşımızdakinin kim olduğuna bakmadan onları kandırmayı adet edinmişiz. Sabahattin Ali’nin çok güzel bir sözü vardır: “En korkunç düşmanlarımız bile içimizde, ruhumuzda taşıdıklarımızdır.” Bizi yavaşça çürüten düşman dışarıdan değil, içerden. Bizi yıpratan bizi dolandıran bizi kandıran yine biziz, Türk’ün Türk’ten başka düşmanı yoktur ve bu gidişatla da ihtiyacı olmayacaktır.
Aziz Türk, şanlı Türk; dön bak ne idik,
Hırsız Türk, menfaatçi Türk; gör bak ne olduk,
Biz ne hârâbiyiz ne harâbâti,
Gözü maddide kalmış bir âdîyiz.
——-
Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.
Tamda günümüz maddecilik hat safhada…
Oldukça güzel bir dille kaleme alınmış bir yazı. Yazılarının devamını merakla bekliyorum.