FikirHayatToplum

İnsanlık Krizi: Vicdanın Susturulduğu Bir Çağ

Dünyada Bir İnsanlık Krizi Var Mı?

Dünyada bir insanlık krizinin yaşandığını söylemek abartılı olur mu? Savaşlar, adaletsizlikler, insan hakları ihlalleri, yoksulluk ve ahlaki çöküş… Günlük haberlerin değişmeyen manşetleri bunlar. Ancak daha derine inildiğinde, bu olayların sadece birer semptom olduğu görülüyor. Asıl hastalık, insanlığın kökünden sarsılan vicdanı olabilir mi?

İnsanlık tarih boyunca krizler yaşadı; kıtlıklarla boğuştu, savaşların yıkımını yaşadı, içtimai bunalımlarla sarsıldı.
Ancak bugün yaşadığımız kriz, daha önce hiç karşılaşmadığımız türden. Bu, yalnızca ekonomik ya da politik bir çalkantı değil; ahlaki ve fikri bir çöküş.

İnsan, her zamankinden daha sosyal ama bir o kadar yalnız; her zamankinden daha bilgili ama bir o kadar bilinçsiz. İdraksiz malumatın yükünü taşıyorlar.

Bu hâl, insanın bakmak ile görmek arasındaki farkı idrak edememesi gibi.

Fransız mütefekkir Albert Camus, 75 yıl önce yaptığı ‘La crise de l’homme’ (İnsanlık Krizi) isimli bir konuşmasında, krizler karşısında insanın nasıl ahlaki pusulasını kaybettiğini sorgulamıştı. Bu yazıyı kaleme almama ilham veren de Camus’nün o konuşmasındaki sözleriydi. O gün dünya savaşların, kıtlıkların ve inkılapların pençesindeydi. Bugünse, her şeyin görünürde “özgürlük, hürriyet, eşitlik” adına yapıldığı ama gerçekte insanın hiç olmadığı kadar manipüle edildiği bir çağdayız.

Peki bu krizi nasıl tanımlayabiliriz? Gerçekten bir insanlık kriziyle karşı karşıya mıyız, yoksa bu da her çağın kendine özgü sancılarından biri mi?

İnsanlık Kriziyle Karşı Karşıyayız!

İster inanın ister inanmayın, hepimizin üzerinde uzlaşabileceği bir hakikat var: Dünyanın kaderini şekillendiren, diğer tüm yaratılmış varlıkların üzerinde bir tesire sahip olan yegâne mahluk insandır. 

İnsan, yeryüzündeki en güçlü varlıktır ve onun hali, onun tercihleri yalnızca bugünü değil, yarını da belirler. Toplumda yaşanan en küçük bir sarsıntı bile, psikolojideki kelebek etkisi misali, yalnız bugünü değil, geleceğin akışını da değiştirebilir.

İnsanlar olarak günlük hayatlarımızda ferdi sıkıntılarla mücadele ederken, aslında çok daha büyük ve karmaşık bir tehditle karşı karşıyayız: Ekonomik ya da siyasi çalkantılardan çok daha derin olan bir insanlık krizi.

Bu kriz, adaletin çıkar hesaplarına kurban edildiği, ahlakın umursamazlık karşısında diz çöktüğü bir çağın tezahürüdür. Vicdan, hak ve adalet gibi mefhumlar terennüm edildiğinde çoğu kişi kendi menfaatini düşünmektedir.
Mazlumun sesinin duyulmadığı; güçlü olanın her zaman haklı görülmektedir. Artık böyle bir dünyada yaşıyoruz. Büyüyen eşitsizlikler de bu krizin yalnızca belirli bölgelerle sınırlı olmadığını, aksine küresel bir mesele olduğunu gözler önüne seriyor.

Küresel Yapıların Çöküşü

Adaleti savunmakla yükümlü yapılar dahi, bu çöküşün bir parçası hâline gelmiş durumda. Birleşmiş Milletler, barış ve adaletin teminatı olmak üzere kurulmuştu. Ancak bugün, beş devletin elinde bir veto mekanizmasına dönüşerek milyonların sesini bastırır hâle geldi. Tek bir veto, mazlumların adalet çığlığını susturmaya yetiyor. 

Filistin’de yıllardır süregelen işgal ve zulüm, bu sistemin en acı tezahürlerinden biridir. Senelerdir Doğu Türkistan’daki baskı ve zulmü duymayan kalmadı. Fakat dünyadaki kuruluşlar, hakikate gözlerini yummuş, kulağını tıkamış, dilini mühürlemiş hâlde suskunluğunu koruyor. 

Yaşanan bunca trajedi, uluslararası yapıların ne kadar işlevsiz ve suskun kaldığını bir kez daha ortaya koyuyor.

Benzer bir çifte standart, medya sahasında da karşımıza çıkıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan büyük bir orman yangını, günlerce manşetleri işgal edebiliyor. Ünlülerin kaybettiği malikâneler, sigorta zararları ve maddi kayıplar uzun uzun haber yapılmıştı. Oysa aynı günlerde, başka coğrafyalarda şehirler asit bombalarıyla yok edilmiş, insanlar füzelerle katledilmiş, çocuklar enkazların altında can vermişti.

Bu trajedilere öyle alışmışız ki, medyada medyada ya birkaç satırla geçiştiriliyor ya da hiç anılmıyor bile. Ne kadar kötü bir şey bu!

Çağımızın yeni hastalıklarından biri de seçici merhamet diyebiliriz.

Adaletsizlik yalnızca sistemler eliyle değil, fertlerin sessizliği ve umursamazlığı ile de kök salıyor.

Suriye’de, Sednaya Cezaevi’nde yıllarca süren işkence ve vahşet, dünya kamuoyunun gözünden kaçmadı mı? Ancak zulmü gerçekleştiren rejim zayıflamaya başlayınca, gerçekler gün yüzüne çıkarıldı. Uluslararası kurumlar bazen güçlülerin gölgesinde kalmakta, mazlumların çığlıklarına işte böyle sağır kesilmektedir.

İnsanlık krizi, sadece sistemlerin çöküşü değildir; her bir ferdin vicdanında açılmış derin bir yaradır.

“Malumun ilânını yapıyorsun!” diyebilirsiniz belki.
Olsun. Ben zaten size ne bir pembe masal, ne de ütopya vadetmemiştim!
Sadece inkârı mümkün olmayan, sert ve yakıcı bir hakikate işaret etmek istedim.
İnsanlık; adaleti unuttu, merhameti kaybetti, vicdanını susturdu… ve şimdi ağır bir bedel ödüyor.
Adaletin olmadığı bir dünyada barış, yalnızca kandırıcı bir seraptır.
Gerçek barış, ancak adaletin hakkıyla tesis edilmesiyle mümkün olabilir.
Bu kriz, yalnızca coğrafyaları değil, insan ruhunun özünü hedef alıyor.

Düşüncenin Kaybı ve Manevi Çöküş

Düşünce özgürlüğü, çağımızın en büyük vaatlerinden biri olarak sunuluyor. İnsanlara her türlü fikri ifade edebilme hakkı tanınıyor. Ancak bu özgürlüğün ne kadar anlamlı olduğunu gerçekten sorguluyor muyuz?

Asıl mesele şudur: İnsanlar gerçekten düşünüyorlar mı, yoksa yalnızca kendilerine sunulan fikirlerin farklı suretlerini mi tekrarlıyorlar?

Modern çağ, fertlere hudutsuz bir hürriyet sunduğunu iddia ediyor. Ne var ki bu iddianın gölgesinde, derin düşüncenin ve şuurlu muhakemenin temelleri hızla aşınıyor. Bugün herkes bir şeyler söyleme telaşında. Fakat sözlerin ne kadarı hakikaten bir mana taşıyor? Ne kadarı zamanın tozuyla savrulup gidiyor?

Sistemli ve tesirli düşünce kuruluşları, yerlerini gürültüden ibaret, yüzeysel ve kof söylemlere bırakmış durumda. Slogan savurmaktan başka pek ileri gidilemiyor. Fikirlerden çok, “Bizim sloganımız daha güzel.” diye tartışılıyor.

Zihinler, hürriyet ilizyonu ile uyutuluyor; oysa üretilen fikirlerin özgünlüğü giderek sorgulanır hâle geliyor. İnsanlar özgürce düşündüklerini sanıyorlar; fakat çoğu zaman düşündükleri şeyler, sadece dayatılan kalıpların yeni kılıklarından ibaret oluyor.

Bu manevi boşluk, bireyleri yavaş yavaş kayıtsızlığa ve amaçsızlığa sürüklüyor. Üretim, yerini tüketime; derinlik, yüzeyselliğe; düşünce ise körü körüne kabullenişe terk edilmiş durumda.

Bu tabloyu görünce insanın aklına ister istemez Nasreddin Hoca’nın o meşhur kıssası geliyor.
Hoca, bir gün kadılık yaparken, birbirinden şikâyetçi iki hasmı ayrı ayrı dinlemiş.
Her birine de, dikkatle dinledikten sonra, “Sen haklısın,” demiş.
Olanı biteni izleyen hanımı dayanamamış:
“Hoca, ikisini de dinledin. İkisine de haklısın dedin. Bu nasıl iş?” diye sormuş.
Hoca tebessüm etmiş: “Hatun! Sen de haklısın,” demiş.

Herkes Haklı Olabilir mi?

Bugün dünya, herkesin haklı olduğu ama hakikatin kaybolduğu bir yere dönüştü. Herkesi memnun etme telaşı, hak ile batıl arasındaki sınırları bulanıklaştırdı. Oysa bazen ayrışmak kaçınılmazdır; doğru ile yanlışın belirginleşmesi için ihtiyaçtır. Çünkü herkesin haklı olduğu bir dünyada, gerçekte hiç kimse haklı değildir. Ve işte ahlaki çöküş, tam da bu yanılsamanın içinden filizlenmektedir.

Modern çağın sunduğu özgürlükler, ferdî düşünceyi değil; bireysel kayıtsızlığı teşvik ediyor gibi görünüyor. İnsanlar, bir fikre yahut herhangi bir bilgiye derinleşmektense yüzeyde kalmayı tercih ediyor.

Tarih sahnesine yön verenler olmak yerine, tarihin akışına seyirci kalan bir nesil yetişiyorBugün genç nesil, özgürlük adına her fikre eşit mesafede durmaya gizli veya açık şekilde zorlanıyor. Oysa değerlerin değersizleştiği bir dünyada, düşüncenin de kıymeti kalmaz.

Sorgulama zayıflarken, kabulleniş güçleniyor. Ve eğer devran böyle devam ederse, yalnız şahıslar değil; cümle ademoğlunun vicdanı da sessizliğe gömülecek.

Modern Dünyanın Görünmeyen Düşmanları

Bugün modern dünyada gerçek bir düşmanımız var mı, hiç düşündünüz mü?
En zalim kişiyi işaret edip, “İşte budur,” diyebilir miyiz?

Geçmişte toplumlar, kötülüğe ve zulme karşı mücadelesini müşahhas figürlere karşı verirdi. Hitler, Stalin, Mao gibi isimler ya da daha eskiye gidersek, Cengiz Han, Kont Drakula, Kanlı Mary gibi şahıslar…
Bu insanlar, kendi dönemlerinde zulmün, işkencenin ve kötülüğün bizzat simgesi hâline gelmişlerdi.

Fakat bugün işler daha farklı. Artık kötülük, tek bir şahısta cisimleşmiyor; görünmeyen, adını koymanın zor olduğu karmaşık sistemlerin içine saklanıyor.

Bugün illa somut bir düşman arayacaksak, Netanyahu örneğini ele alabiliriz. Onun liderliği altında işlenen zulüm ve insan hakları ihlalleri, yalnızca bireysel iradeden kaynaklanmıyor.
Bu eylemler, onu destekleyen ve yaşatan görünmeyen bir sistemin ürünü.
Aynı durum, Trump gibi liderler için de geçerli.
Bu kişiler, iyi ya da kötü sıfatlarıyla basitçe açıklanamaz; çünkü çok daha büyük, çok daha karmaşık güç yapılarına yüz olmuş durumdalar.

Bugün zulüm, şahıslarn iradesiyle değil; görünmeyen, sınırları belirsiz sistemlerin örgüsüyle yürütülüyor.
Bu yapılar, bireylerin müdahale edemeyeceği kadar büyük ve karmaşık.
Artık kötülük, bir yüzle, bir isimle tanımlanamayacak kadar sinsileşmiş durumda…

Belki de asıl düşman, bizzat kendi içimizdedir.

Sessizliğin Suç Ortaklığı

Zulme sessiz kalmak, adaletsizliğe göz yummak; insanı, mazlumu koruyamayan bir suç ortağına dönüştürüyor.
Kötülüğün en büyük destekçisi, sessizliktir. İnsanın en çetin imtihanı ise vicdanıyla olan mücadelesidir.

Modern çağda zulüm, küresel sistemlerin karmaşıklığı içinde gizleniyor. İnsanlığı tehdit eden en büyük tehlikelerden biri, bu görünmeyen yapılarla şekillenen, fakat her yerde hissedilen güç ağıdır.

Bu sistemlerin en güçlü aktörlerinden biri kesinlikle büyük teknoloji şirketleridir.
Bugün Elon Musk’ın dünya çapında yaydığı Starlink uyduları gibi projeler, bir insanın elinde devasa bir kontrol alanı oluşturuyor.
Tek bir insanın yapacağı bir hata bile, tüm insanlık için telafisi imkânsız sonuçlar doğurabilir.
Gücün, görünmez ve denetlenemez ellerde yoğunlaşması… İşte modern dünyanın bir tehdidi de budur.

İçtimai yapılar sessizce yeniden şekillendirilirken, ahlaki değerler adım adım aşındırılıyor.

Ve unutulmamalı ki: Bütün bu görünmez sistemlerin arkasında, kötülüğün ezelî mimarı olan şeytan (aleyhillane) hâlâ sessizce iş başında.

İnsan Doğası ve Çözüm Arayışı

Bu noktada insanlık tarihinin en temel sorularından birine ulaşıyoruz: İnsan doğuştan iyi midir, yoksa kötü mü?
Bugün yaşanan kötülüğün kaynağı, insanın özünde mi saklıdır, yoksa içinde yaşadığı sistemler tarafından mı şekillendirilmiştir?
Bu sorular tarih boyunca defalarca sorulmuş ve cevapları bakış açılarına göre değişmiştir.

İman ettiğim Kur’ân-ı Kerîm’de Allahü Teâlâ, insanın “güzel bir surette yaratıldığını” Tin Suresi’nin 4. âyet-i kerîmesinde “Andolsun, insanı en güzel şekilde yarattık.” şeklinde bildirmiştir
Bu “güzellik” kavramı, estetikten öte, insanın yaratılışındaki değerli cevheri, potansiyel iyiliği ifade eder diye tefsir eden alimlerimiz de vardır.

Aynı zamanda Kur’an, insanın doğru ile yanlış arasında seçim yapma özgürlüğüne sahip olduğunu bildirir:
“Biz insana yolu gösterdik: ister şükreder, ister nankör olur.” (İnsan Suresi, 3)
Bu iki ifadeden anlaşılıyor ki, iyilik insanın fıtratında mevcuttur. Ancak bu iyiliği koruyup yaşatmak da, şeytanın vesveselerine karşı savaş açmak da; ferdin iradesine ve tercihlerine bağlıdır.

Benzer şekilde diğer kutsal kitaplarda insanın iyiliği seçmesi gerektiğini öğütlemiş; doğru ile yanlış arasındaki tercihin ferdî sorumluluk olduğunu vurgulamıştır.

İyilik ve Kötülük

İyilik ve kötülük, felsefe tarihinin en temel tartışma konularından biridir.
Batı düşüncesi de, doğuda olduğu kadar insan doğası üzerine yüzyıllar boyu süren yoğun tartışmalara sahne olmuştur.

Meşhur Toplum Sözleşmesi kitabının yazarı Jean-Jacques Rousseau, “İnsan doğuştan iyidir; fakat toplum onu bozar.” ve “İnsan özgür doğar; fakat her yerde zincire vurulmuştur.” diyerek insanın saf doğasına olan inancını dile getirir.
Rousseau’nun bu yaklaşımı, insanın özünde saf ve temiz olduğunu, fakat dış tesirlerle yozlaştığını savunur.

Öte yandan Kant, her bireyin içinde doğru ile yanlışı ayırt edebilecek bir “ahlaki yasa” taşıdığını ileri sürer. Ne var ki, bu deruni yasayı hayata geçirmek, ferdin iradesine ve içinde bulunduğu çevrenin tesirlerine bağlıdır.

İnsanın bir kusuru daha vardır ki, o da kolayca unutuşudur. Bir dönem başkasının zulmü altında ezilen, gün gelir gücü eline geçirdiğinde aynı zulmü kendinden güçsüze reva görebilir.
Kimin gücü kime yeterse misali…

Bu döngüyü açıklamak için tarih ilmi, önümüze pek çok örnek koyar.

Bunlardan biri, Stefan Zweig’in Vicdan Zorbalığa Karşı: Castellio Calvin’e Karşı adlı eserinde çarpıcı biçimde anlatılır.
Protestanlar, kendi inançlarını özgürce ifade edebilmek için papa ve kilise otoritesine karşı mücadele ettiler. Ancak iktidarı ellerine geçirdiklerinde, Calvin gibi isimler, farklı düşünen Servetus gibilerini engizisyon ateşinde diri diri yaktırmaktan çekinmediler. 

Nice haklı dava sahipleri, güç ellerine geçtiğinde zulmün yeni mimarına dönüşmekten kurtulamamıştır.

Bugün insan doğasının iyiliğe mi yoksa kötülüğe mi meylettiği tartışıladursun; asıl mesele, fertlerin kendi arzularına yenilmesi ve çevrenin tesiriyle yönünü kaybetmesidir.

Günümüzde İnsan Tabiatının İmtihanı

Derunî tutkular ve dış dünyanın cazibesi, insanları kendi özlerinden, asıllarından uzaklaştırıyor.
Modern sistemler, bireylerin içlerindeki iyiliği bastırarak, kötülüğün sıradanlaşmasına zemin hazırlıyor.

Eskiden reklamlar veya propagandalar aracılığıyla büyük güçler(!) bir düşünceyi teşvik edip, sansürle de yok ederken bugün artık bambaşka bir dünyadayız.
Özellikle sosyal medya algoritmaları, bireylerin zayıf noktalarını hedef alıyor; onları düşünmeyen, sorgulamayan, sadece tüketen varlıklara dönüştürüyor. Başka bir zaman teknolojinin insanlar üzerindeki tesirleri üzerine bir yazı kaleme almayı düşünüyorum inşallah.

Birkaç defa tekrarladığım gibi insanlar, doğrudan kötülüğün ve ahlaksızlığın faili olmasalar da; sessiz kalarak yahut sistemlere sorgusuz sualsiz boyun eğerek, kötülüğün büyümesine istemeden katkıda bulunabiliyorlar.
Ve çoğumuz, bu sürecin içinde kendi rollerimizin farkında bile değiliz! Değilim!

“Ahlak nedir? Kötülük nedir ki?” diye sorarak meselenin derinlerine inebiliriz elbette; fakat bu yazının maksadı bu değil. Felsefe yapıp kafamızı daha da bulandırmaya lüzum yok.

Düşman? Kendimiz!

Belki de gerçek düşman dışarıda değil, içimizdedir.
En büyük tehlike, insanın kendi nefsi ve tutkuları mıdır? Belki de beynimizin derinliklerindeki nöronları, salgıladığımız hormonları terbiye etmeyi öğrenmemiz gerekiyordur.
Daha büyük ve köklü adımlar da gerekiyor olabilir tabi.

Biz haksızlıklar karşısında sessiz kaldıkça, adaletsizlik karşısında suskunlaştıkça, vicdanımızı da susturdukça; eleştirdiğimiz kötülüğün bizzat bir parçası hâline geliyoruz.

“Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışı, çağımızın vicdanî felçlerinden biridir.
Bu anlayış, kötülüğü yalnızca uzaktan izleyen, fakat onu engellemek için hiçbir adım atmayan bir kitle doğuruyor.

Oysa insan, vicdanını harekete geçirdiğinde ve nefsinin arzularını kontrol altına alabildiğinde, hem adaleti hem de iyiliği yeniden inşa edebilir.
Ve bu yolculuk, bireyde başlayıp, zamanla toplumun bütününe yayılan bir dirilişe dönüşmelidir.
İnsanlığın en büyük mücadelesi, bu deruni ve kolektif dönüşümün bir parçası olabilmektir. 

Çözüm Var mı?

Bunca kelamdan sonra aklımızda tek bir sual kalıyor:
Gerçekten bir çözüm var mı?

Açık konuşmak gerekirse, bu yaştaki bilgi ve tecrübemle şunu öğrendim:
Bu dünyada hiçbir şey tek bir hadiseye bağlı olarak kökten değişmiyor.
Aynı şekilde, insanlık krizinin de mutlak ve kesin bir çözümü olduğunu söylemek kolay değil.

Ancak her şey, önce bu krizin varlığını kabul etmekle başlar.
Bir problemi çözebilmek için, önce onun varlığını dürüstçe kabullenmek gerekir.

Belki sistemler hemen değişmeyebilir.
Ama fertler değişebilir.

Sistemi onarmaya çalışmak yerine, insanî değerlere uygun yeni bir nizâm için gece gündüz çalışabiliriz.

Gençlik olarak, bu gücün ve vaktin bir daha gelmeyeceğini, kaybedilen her saniyenin uçurumdan atılan bir elmas misalinde olduğunun idrakinde olmalıyız!

Önce farkındalık, sonra çalışmak prensibini hayata geçirmek gerekiyor.
Zulme sessiz kalmayan bir insan, toplumun vicdanını harekete geçirebilir.
Sessizliği kırmak ve kötülüğün sıradanlaşmasına son vermek için en güçlü silahımız, cesaret ve vicdan olacaktır.

Kendimizi değiştirmeden dünya düzenini değiştiremeyiz.

Bir Müslüman olarak inancım, bir insan olarak fıtratım bana şunu söylüyor:
Çok çalışmak ve derin düşünmek zorundayız.
Çaba ve düşünce olmadan ilerlemek mümkün değildir. 

Herkes kendi istidadı nisbetinde zorlayana kadar çalışmalı. 

Buraya kadar okuyan değerli okuyuculara teşekkür ederim.
Fikirlerimi paylaştım, belki de malumu ilan ettim. Lâkin farkında olduğumu anlatmaya, farkında olmayanlara ışık olmak için bu yazıyı kaleme aldım.

Unutmayalım ki, en büyük orman yangınları bile bir kıvılcımla başlar.
O kıvılcımı, kendi içimizdeki çatışmaları aşarak ve vicdanımızı susturmadan yakabiliriz.

Hadis-i Şerif’te buyrulduğu gibi:
“Hakkı söylemeyen dilsiz şeytandır.” (Essâkitü anil hakkı şeytan-ül ahres)

İnsanlık krizi ne kadar derinleşirse derinleşsin, çözüm yine insanın kendi iç dünyasına dönmesinde gizlidir.
Bu cesareti bulmak, insanım diyen herkesin boynunun borcudur.

İyilik her zaman iyidir…

——

Yazarın Diğer İçerikleri:

Beklemek… (Deneme)
Umut Yıldız Misali (Şiir)
Güneşin Batmadığı Devletin Güneş Görmeyen Kalbi: Londra (Seyahat)
Gelip Geçen Ömürdü (Şiir)

——-

Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.

Ömer Faruk GÜLER

Turkey Tribune Editörü. Yazar. Şair. Uluslararası İlişkiler. Yönetim Bilişim Sistemleri. Kadim Yazılar Meraklısı. Londra Doğumlu. Şark irfanına âşık.

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu