
Öleceğini bilen tek varlık olan insan, kendisi ve etrafındakiler hakkında düşünmek zorunda olduğu bir gerçekliğin içinde bulur kendisini. Zihnin yaptığı ilk ve en temel ayrımlardan biri ben ve öteki ayrımıdır. Bu ayrımı yapabilmek, var oluşunun tam olarak farkında olmanın delilidir. Zihnin kendisinin farkına varmasının bir cüzü de kendisini zaman bağlamı içerisine yerleştirmesidir. Her zihin, görünürde, mecburi olarak eylemde bulunduğu ânı, öncesini ve sonrasını ayırt eder. Bu, insanın zaman ve bağlam içinde yaşamasının tabii bir neticesi olarak görünür. Ancak gerçekte bu tasnif, varoluşsal sürekliliğin şimdiki ân lehine parçalanmasına hizmet eder.
Birçok kişi şu anlayışın masumiyetine ve samimiyetine inanarak geçirmiştir hayatını: Ânı yaşamak. Bellidir ki insan, bir defada birden fazla zamanı yaşayamaz. O halde bir tercih yapmak zorundadır: İçinde bulunduğu bu ânı mı yaşayacak yoksa geçmiş ve gelecek ile meşgul olup ‘’ânın büyüsünü’’ kayıp mı edecek? İşte meselenin etrafında düğümlendiği soru budur.
Eğer ânı yaşamak başka hiçbir şeyi yaşamıyor olmak ise bir anlamda da insanın ruhî ve bedenî tecrübelerinden arınıp daha vasat bir zihni seviyeye inmesi demektir. Âna mahsus olan deneyim, dolu olan her şeyin içinin boşaltılması ve onlara ânın gerektirdiği şekilde yeniden kıymet tayin etmek manasına gelir. Bu içinde bulunulan ve kendisine sığmayan bütün hakikati dışlayan ânın mutlaklaştırılması demektir. Şu anda, burada hazır olana gözle görülemeyenin önünde bir üstünlük tanımaktır. Ânı yaşamak nefsin insana hoş gelmesinden neşet eden bir bencillik olarak tezahür eder. Mevzu bahis olan yalnızca insanın kendisini öncelemesi değil, aynı zamanda kaderi cüzleştirmesidir. En basit haliyle unutmaktır. Bizi bulunduğumuz noktaya getiren her şeyi ve üzerine tecrübe binasını dikeceğimiz bütün manaların bir anlığına ıskartaya çıkarma teşebbüsüdür yaşanan. Aslında zihnin kendisini asalak hale getirmesidir.
Ân, yalnızca hayatı geriden gelen ve ileriye doğru akıp giden bir nazar ile ele alıyorsanız gerçeklik kazanabilecek bir zihnin tasavvur ürünüdür. Burada yapılan insanın aklıyla zaman dediği şeyi parçalaması ve onu, insanın kendisini de içine alan daha büyük bir düzenin sahnesi olmaktan alıkoyup gelip geçecek şeylerin bir nevi ölçüm aletine indirgemesidir. Ânı yaşamak diğer ânları (yani geçmişi ve geleceği) yaşamamak ve onlarla ilgilenmemek olduğuna göre, onlardan bağımsız bir ânın var olduğu fikrini beraberinde getirmektedir. Bu anlayışa göre zaman artık insana aittir. Aklını dünyanın efendisi olarak benimseyen insanın bilemediği her şeyi yok hükmünde saymasından o da nasibini almıştır.
Büyübozumu, parçalanmak ve faydalar doğrultusunda yeniden programlanmak modern dünya ile çatışan herkesin ve her şeyin vermek zorunda olduğu bir imtihan ise, zaman da bundan kaçamamıştır. Zamanın ne olduğu sorusuna bir cevap bulmak kolay değil. Ancak ne olmadığı sorusuyla karşı karşıya geldiğimiz zaman, onun kullanımının insanların inhisarında olmadığını akıllara getirmek gerekir. Geçmiş, şimdi ve gelecek arasında seçim yapmak insanın tahayyül sınırlarını aşan bir meziyeti gerektirir. Çünkü zamanın gerçekliği zihnimizde değil, zihnimiz onun gerçekliği içinde yaşar.
Zihin, zamanı algılayan bir araç değildir. O ancak zamanın içinde var olur. Şu hâlde ânın yaşanması, varlık hiyerarşisinin tepetaklak edilip aklın bütün zorbalığı ile bütün kavrayışlarımız üzerinde egemen kılınmasını gerektirir. Çünkü ‘’ân’’ın var olabilmesi için önce geleneksel dünyanın varlığı bir akış içinde kavrayan anlam dünyası yıkılmalı ve var olan her şey burada, bizimle ve bizim seviyemize denk olarak alımlanmalıdır.
Ve eğer kâinatta insandan daha baskın bir gerçeklik yoksa, çevresindeki her şeyi boyunduruğu altına almasının önünde bir engel de yoktur.
Bu da insana öleceğini unutturur.
——-
Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.