
Mesleğinin en zor zamanlarını yaşadığı Ağır Ceza Mahkemesi’nin beş yıllık esaretinden sonra nihayet İcra Hukuk Mahkemesi’nin boşalması üzerine bu Mahkemeyi talep etmiş, kendisinden başka da talep eden olmadığından yetki verilmişti. Mahkeme binası Çiçekçi semtinde Harem Otogarının üzerinde altı katlı, meskenden hukuk adliyesine çevrilmiş bir binaydı. Odası en üst katta, koridorun en sonundaydı. Sarayburnu’na bakan balkonu, Eyüpsultan’a kadar Halici, Marmara denizini, Topkapı Sarayı’nı, İstanbul’un silüetini en güzel şekilde görüyordu. Tuvalet ve banyosu da vardı. Banyoyu iptal etmiş, çay ocağı yapmıştı. Gelen giden misafirlerine, özellikle Cuma günleri saat dörtte hem haftanın yorgunluğunu atmak hem de muhabbet etmek için davet ettiği hâkim arkadaşlarına, kendi bulduğu bir usulle çay demler, Çiçekçi Fırını’ndan aldığı çıtır simit ve üçgen peynir eşliğinde ikram ederdi.
Bu odayı ve yeni vazifesini sevmişti.
Hâkimliğe başladığı tarihten itibaren ilk bir iki senesi hariç hep hukuk hakimliği yapmıştı. İstanbul’a gelince Ağır Ceza Mahkemesi’nde yetki verilmişti. “Hukuk hâkiminin Ağır Ceza Mahkemesinde ne işi var” diye İstanbulda kıdemli olan arkadaşlarına sorduğunda “İstanbul’a ilk tayin edilen hakimlere hoş geldin” demek olduğunu söylemişlerdi.
Ağır Ceza Mahkemesi’nin zor olan tarafı, heyet mahkemesi olmasıydı. Üç hâkim ve bir savcı birbirlerine bağlıydılar. Duruşma dosyalarını, hepsi de ayrı ayrı incelemek zorundaydı. İncelemek için dosya, kapanın elinde kalıyordu. Heyetin dördü birden hazır olmadan duruşmaya başlanamazdı. Bazen trafiğe takılan, bir mazereti çıkan bir üyeyi yarım saat, bir saat beklemek gerekebiliyordu. İsmi gibi ağır işleyen bir mahkemeydi. Bu mahkemeye talep yoktu. Kurul kendisi atama yapıyordu.
İcra Hukuk Mahkemesi’nin içinde bir de İcra Ceza Mahkemesi vardı. İcra Hukuk Mahkemesi’ne yılda gelen dosya sayısı üç yüz elli civarında idi. İcra Ceza’ya gelen dosya sayısı ise üç bin civarında idi. Üç yüz dosyayla duruşmaya çıkıyordu. Ekseriyeti ‘mal beyanında bulunmama’ suçu idi. On günlük hapis cezası vardı. Sanık gelmişse “on gün ceza aldın, eğer ödersen düşer” diyor, sanığı duruşma salonundan çıkarıyor, sonraki dosyaya başlıyordu. Her duruşma bir dakika sürüyordu. Dosyayı kaleme gönderiyordu. Kalemde kararı yazılıyordu. Buna rağmen üç yüz dosyanın duruşması beş saat sürüyordu. Bilgisayar yoktu. Daktilo zamanıydı. Bir müddet sonra on günlük hapis cezaları “ekonomik suça, ekonomik ceza” prensibi gereğince kaldırıldı. Dosya sayısı iki yüze düştü.
İcra Mahkemesi’nde çalışmaya başladıktan sonra her hâkimin en önce bu mahkemede en az iki yıl çalışması gerektiği kanaatine vardı. Çünkü bu mahkeme bütün hukuk mahkemelerinin verdiği kararların icra mercii idi. Hâkim burada hangi kararların icra edilebildiğini, hangilerinin İcra edilemediğini görüyordu. Burada vazife yapan bir hâkim hangi hukuk Mahkemesinde çalışırsa çalışsın verdiği kararın icrasının mümkün olup olmadığını düşünerek karar verecekti. “Ben karar verdim oldu” demeyecekti.
İcra Mahkemesi’nde hâkim kararlarının tesirini hemen görüyordu. İcranın, satışın durdurulması, itirazın kaldırılması bir karara bakıyordu. Bu nedenle kararın isabetli olması oldukça mühimdi. Bir kararla haneler yıkılabilir veya âbâd olabilir veya bir ticarethane batabilir veya ayakta kalabilirdi. Bu nedenle Hâkim, bu mahkemede dosyayı çok daha dikkatli tetkik ederek en doğru kararı vermek zorundaydı.
Çiçekçi Adliyesi’nden Sahrayı Cedit’teki Adliye lojmanına ulaşım daha kolaydı. Adliyeden harem otogarına, biraz yokuş indikten sonra Salacak yamacından aşağı yüz elli yedi basamaklı merdiveni inerek ulaşıyordu. Harem’den Gebze minibüslerine binerek on beş dakikada Lojmanının bulunduğu Bostancı kavşağında iniyordu. Hâkim- Savcı Servisi de vardı. Ancak halka karışmayı seviyordu.
Yine bir sabah minibüse binip Hareme doğru yaklaşırken peyderpey yolcular inmiş, Hâkim Bey’den başka sadece şoförün yanında oturan yolcu kalmıştı. Yolcu, şoföre;
– Sen yolculardan para toplayan adamı tanıdın mı?
– Hayır.
– Geçen gün minibüste yolcuların cebinden para çalarken yakalanan hırsızdı.
– O tutuklanmadı mı?
– Demek ki tutuklanmamış. Polis yakalayıp mahkemeye götürüyor, Hâkim diğer kapıdan salıyor.
– Bence hâkimle bu hırsızlar ortak çalışıyor.
Hâkim bey içinden güldü. Sesini çıkarmadı. “Alnımda Hâkim yazmıyor” diye düşündü.
Minibüsten inip yüz elli yedi basamak merdiven çıktıktan sonra Salacak set üstünde bir karga ile karşılaştı. Semiz, parlak tüylü, kömür karası gagalı, keskin gözlü bu karga kendisine dikkatlice bakıyordu. Manzarası Topkapı Sarayıydı. Bir yerlerden kargaların üç yüz yıl yaşadığını duymuştu. Acaba doğru mu diye düşündüğünde ürperdi.
Eğer öyle ise bu karga Topkapı Sarayının bahçesindeki bir ulu çınarın tepesinden Üçüncü Ahmet’ten itibaren on dört Osmanlı padişahının cülusunu (tahta çıkışını) görmüş, lâle devrini yaşamış, İstanbul’un işgâline, nice yangınlara ve depremlere şâhit olmuştu. Karganın yanından geçerek adliyeye geldi. Döne döne çıkan merdivenlerden beşinci kata çıktı. Çıkan ve inenlerin duvara sırtını dayayarak birbirine yol vermek mecburiyetinde kalması, bu merdivenlerin en kötü tarafıydı.
Odasına girip dâvâ dosyalarını incelemeye daldı. Kafası iyice bulanınca masasından kalktı. Balkona çıktı. Halici, boğazı, geçen gemileri seyre daldı. Hemen balkonun önündeki binanın çatısına bakınca farklı bir manzara ile karşılaştı. İki martı çatının bacasının üstüne yuva yapmaya çalışıyorlardı. Gagalarında getirdikleri çöpleri itinayla yerleştiriyorlardı. Belli ki iki yeni arkadaş edinmişti. Onları seyrederken dinlendi. Masada duran dosya sayfalarına döndü. Bugünden sonra o martıları takibe aldı.
Mart’ın sonlarıydı. İki martı beraberce çöpleri taşımaya devam ettiler. Dişi olduğunu tahmin ettiği daha nârin yapılı martı yuvayı yapıyordu. “Yuvayı dişi kuş yapar.” sözü aklına geldi. Önce kısa çöpleri en alta beşgen şeklinde yerleştirdi. Sonda daha uzunları aynı şekilde üst üste koyup değişik ağaç kabukları, kuru dal parçaları ile yuvanın dışını besledi. Sonra yuvanın içini daha yumuşak ağaç lifleri ile ördü. Erkek martı sürekli malzeme taşıyordu. Bazen dişi kuş yuvadan ayrıldığında erkek martı yuvanın hemen yanındaki bacanın üstünde heykel gibi nöbette kalırdı.
Aralarındaki dayanışmaya hayran kalmıştı.
Yuvanın yapımı on beş gün kadar sürdü.
Dişi kuş yuvaya iyice yerleşti. Belli ki yumurta yapacaktı. Birkaç gün sonra yuvada iki tane tavuk yumurtası büyüklüğünde yumurta göründü. Yine erkek martı nöbetteydi. Kuluçka safhasında ilk defa hiç tahmin etmediği bir şey daha öğrendi. Dişi kuş ihtiyacı için yuvadan ayrıldığında diğer bacanın üstünde bekleyen erkek kuş gelip yuvada kuluçkaya yatıyordu. Halbuki horozun tavuk yerine kuluçkaya yattığı hiç görülmemişti.
******
Adliyeye üç yüz metre uzaklıkta Selimiye Camii vardı. Üçüncü Selim Han tarafından yaptırılan meşhur Selimiye kışlasının kuzey batı köşesine bitişikti. Caminin kışla içine açılan bir kapısı da vardı.
Osmanlı döneminde bu kapıyı asker ve subaylar Cuma ve vakit namazları için kullanmışlardır diye düşündü. Edindiği bilgiye göre: Kışla dikdörtgen şeklinde bir köşesi üç yüz metre, bir köşesi ise iki yüz metredir. Her köşesinde yedi katlı bir kule vardır. İç avlu çınar ağaçları kaplı geniş bir bahçedir. Rivayet edilir ki baba ve oğul bu kışlada birlikte dört yıl askerlik yaptıkları halde birbirlerinden habersiz terhis olmuşlardır.
Caminin yan tarafında Selimiye yazma eserler müzesi vardır. Ara sıra bu müzeye gider müdürü ile sohbet ederdi. Müdür, yirmiye yakın kitabın yazarı olan, Osmanlıca yazma eserleri çok iyi okuyabilen münevver bir kimse idi.
Yine bir gün müdürü ziyarete gelmişti. Bazen adli dosyalardan bulanan zihnini toparlamak, dinlendirmek için adli konular dışındaki sohbetler faydalı oluyordu.
Kütüphanedeki eserlerin iki bin beş yüz kadarı el yazma, beş bin küsur da basma olan Arapça, Farsça ve Osmanlı Türkçesi eserlerdi. Harf inkılâbından sonra yetim kalan bir kütüphane idi. Bu nedenle pek müşterisi yoktu. Sohbet için sakin ve müsait idi.
Kapıdan girdiğinde daktilo başında bir şeyler yazan müdür, dönüp biraz hayretle karışık baktı; “Allah, Allah” diye nidada bulundu. Hâkim bey şaşırdı biraz. Selamdan sonra;
– Hayırdır müdürüm, neden beni görünce öyle şaşırdınız?
– Bugün Şemseddin Sivasî isimli bir âlimin bazı hadis-i şerifleri manzum olarak açıklayan Osmanlı Türkçesiyle yazılmış bir divanından Latince alfabesine çeviri yapayım dedim. Birkaç şiirini de çevirdim. Tam da kıyâmet günü arşın gölgesinde gölgelenecek yedi sınıf kimseyle ilgili hadisi açıklayan manzum eserinin “bu yedi sınıf insandan birincisi âdil hâkimlerdir” cümlesini çeviriyordum ki siz içeri girdiniz. Ondan hayret ettim. Bana göre bu tesadüf sizin âdil bir hâkim olduğunuza işarettir. Hâkim bey;
-Bu hüsn-ü zannınız beni ziyadesiyle memnun etti ancak bana göre de bu tesadüf benim bu görevi yaparken adaletten ayrılmamam hususunda açık bir ihtardır. Diğer altı kişi kimlerdir?
-Birincisi âdil hâkim, hadis-i şerifin aslında “imâmun âdil” şeklindedir. İmam kelimesini devlet başkanı olarak açıklayan âlimlerimiz olduğu gibi, adaletin tesisi ile vazifeli, hâkim, aile reisi ve adaletle yükümlü herkes mânâsı veren âlimler de vardır. Şemseddin Sivasî bu eserinde hâkim mânâsı vermiş.
İkincisi; Allah-ü Teâlâ’ya ibadetle büyüyen genç,
Üçüncüsü; Kalbi mescidlere sevgiyle bağlı müslüman,
Dördüncüsü; Birbirlerini Allah için sevip birliktelikleri ve ayrılıkları Allah için olan iki insan,
Beşincisi; Güzel ve mevki sahibi bir kadının gayr-i meşru davetine “Ben Allah’tan korkarım” diye yaklaşmayan yiğit, (Yusuf aleyhisselam misâli)
Altıncısı; Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse,
Yedincisi; Tenhâda Allah’ı anıp göz yaşı döken kişi.”
Allah-ü Teala bizi bunlardan biri eylesin.
******
Martı çiftinin kuluçkaya yatmalarının üzerinden bir aya yakın zaman geçmişti.
Balkona çıkıp baktığında yuvada iki tane yumurta büyüklüğünde yavru görünüyordu. Yem getiren anne ve babaları yuvaya daha konmadan ikisi birden gagalarını gökyüzüne doğru uzatıp açabildikleri kadar açıyorlardı. Anneleri gagalarındaki yemi, açık olan ağızlarına sırayla bırakıyorlardı. Gün geçtikçe yavrular hızla büyüyorlardı. Anne martı yem getirmeye giderken, baba martı ikinci bacanın üstünde nöbet tutuyordu. Güneşin alnında, yaz sıcağında heykel gibi duruyordu. Suda yaşayan bir kuş için sıcak güneşin altında hareketsiz durması büyük işkenceydi. Ama neslinin devamı için bu eziyete katlanıyordu. Evli çiftlerin bundan alacakları çok büyük dersler olmalıydı. Bu nöbet işini çok ciddi tutuyorlardı. Biri yuvayı terk ederken diğeri mutlaka nöbetteydi. Yuva hiç boş bırakılmıyordu.
Yavrular yuvada yavaş yavaş kanat çırpmaya başladılar.
Bir sabah geldiğinde yavruların, çatıdan yarım metre yüksekteki bacadan çatıya atladıklarını gördü. Çatıda geziniyorlardı. Çatının kiremitleri iki bölümdü. Saçağa doğru yarım metrelik bir yükselti vardı. Yavrular yürüyerek bu yarım metre yükseltiden de aşağı atladılar. Akşama doğru yuvaya dönerlerken bu yarım metrelik yükseltiyi çıkmak için kanat çırptılar, çok uğraştılar ama çıkamadılar. Ebeveyn martılar onları gözetliyor, hiç müdahale etmiyorlardı. İki günlük bir çabadan sonra yuvaya çıkabildiler.
Yavrular sonraki günlerde sık sık yuvadan çatıya uçarak inip tekrar çıkmaya başladılar. Temmuz ortalarına doğru yuvadan uçarak gittiler. Ne yavrular ne de anne baba martılar bir sonraki sene mart ayına kadar hiç görünmediler.
Hâkim bey bu mahkemede beş yıl hakimlik yaptı. Her sene bu martıların nesillerini sürdürme mücadelelerine şahitlik etti.
——-
Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.