
Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir, gider gelirdi. Bu yerlerde demiryolunun her iki yanında ıssız, engin, sarı kumlu bozkırların özeği Sarı-Özek, uzar giderdi…
Diye başlamış Cengiz Aytmatov “Gün Olur Asra Bedel” ve “Cengiz Han’a Küsen Bulut” kitaplarında. Kitabın iki farklı kitapmış gibi neşredilmesinin sebebi “Cengiz Han’a Küsen Bulut” kitabında KGB’ye yönelik ağır ithamlarda bulunduğu, bu yüzden de zamanın yetkilileri tarafından “Gün Olur Asra Bedel” kitabından çıkartılmasından dolayıdır. Kitabı tahlil ederken bir bütün olarak ele alacağım.
Tren bizler için üzerine binilip gidilecek basit bir vasıta gibi gelebilir. Lakin yolunu kürediği, sabahlara kadar nöbet tuttuğu o gelip giden trenler bizim ana karakterimiz Yedigey için hayatın ta kendisi.
Ne acılar getirmişti ne yükler bindirmişti Yedigey’in yüreğine gelip geçen bu trenler. Bir elinin parmaklarını geçmezdi mutlu hatıraları.
Hele o kıvılcımlar! Trenin fren yaparken çıkardığı o cılız kıvılcımlar… Taşıdığı tonlarca kömürden, odundan dolayı mı olur hep? Neden biraz da olsun Yedigey’in, Abutalip’in, Zarife’nin acılarını yüklenmezdi bu devasa metalik yılan? Çıkarabildiği kıvılcımlar insanın yüreğinde yanan ateşin binde biri bile değildi. Ne olurdu biraz da kendisi taşısaydı bu zavallıcıkların içindeki ateşi?
Tren, insanı; insan, dünyayı taşıyordu resmen.
Bu tren istasyonunun bakımının getirdiği meşakkatleri tek başına yüklenmiyordu Yedigey elbet. Kazangap ve birkaç kişiyle birlikte bakıyorlardı buraya. Lakin Yedigey için Kazangap’ın yeri ayrıydı. Çok sevdiği, ağabeyi olarak gördüğü, devesi Karanar’ı ona hediye eden kişiydi o. Bu yüzden de Kazangap’ın vefat ettiğinde son arzusu olan Ana-Beyit mezarlığına gömülme isteğini seve seve yapmak istiyordu. Gidecekleri yer uzak olduğu için Kazangap’ın oğlu Sabitcan karşı çıkıyordu bu duruma. “Ne vardı şu arkadaki bahçeye gömülseydi? Ölü ne bilecekti ki?” diye sitem ediyordu.
Sabitcan, Yedigey’in tabiriyle tam bir mankurttu. Sovyet Rejimin yetiştirdiği içi saman dolu insancıklar. Yedigey’e göre insan değillerdi bunlar. Çünkü ölüm mühim değildi onlar için. “Ölümü hatırlamayan yaşamayı da hatırlayamazdı. Peki o zaman nasıl ve ne için yaşıyorlardı bu insanlar?” diye de tenkit ederdi onları.
Sabitcan kitapta tek karşılaştığımız mankurt değil. Abutalip’i almaya gelen Tansıkbayev’de de görüyoruz mankurtluğu. Çeşit çeşit mankurtlar çıkıyor karşımıza. Tek ortak noktaları sahibinin sözünden asla çıkmayacak son derece itaatkâr birer köpek olmaları. Kimisi Sabitcan gibi pasif lakin rejimin en ufak çarkında bile bulunmak için can atan. Kimisi Tansıkbayev gibi gözünü kırpmadan, rütbesini yükseltmek, ödüllere layık olma uğruna evlatları babasından koparacak, suçsuz yere iftira atacak bir kişilik.
Mankurtları mükemmel bir şekilde tasvir edebilen yazarımızın bunu yapabilmesinin bir sebebi var elbette. Kendisi 1928 yılında Sovyetler Birliği’nin tam göbeğinde doğmuş. Kendisi ne kadar Lenin Edebiyat Ödülü’ne layık görülse de ne kadar bu rejime hizmet etse de kitaplarında kendisinin bir mankurt olmak istemediğinin haykırışlarını duyuyoruz.
Abutalip’i almaya gelen askerler çocuklarının gözü önünde trenlere bindirilip götürülüyor. Çocukların bu vaziyeti görmeleri aslında yazarımızın hayatına en yakın olduğumuz hadise. Kendisi de zamanında babasını en son bir tren istasyonunda görmüş. Babalarının bu gidişine çocuklar dayanamıyor elbet. Her trende “gelen acaba babamız mı?” diye koşturuyorlar peşinden. Tıpkı yazarımızın “Beyaz Gemi” kitabındaki çocuk gibi her trende babaları var onlar için.
Kalan dertden yanar da giden hayata küsmez mi? Abutalip’in neler yaşadığını “Cengiz Han’a Küsen Bulut” kitabında görüyoruz. Kendisi nakledilirken yolu bu bozkıra düşüyor tekrardan. Karısı, evlatlarını, arkadaşlarını bir pencereden görüyor. Belki hiç görmese, hiç içindeki kavuşma arzusu tekrardan kalbine meyil etmese intihar etmeyecek. Katlanacaktı onca acıya, çocuklarını bir daha görebilmenin umuduyla.
Şimdi geçmişi tekrarlarken, gelecekte şimdiyi tekrarlayacaktı yazarımıza göre. Cengizhan tarafından bir evlat, anne ve babasından ayrı düşmüştü bu bozkırda. Şimdi de Abutalip, evlatlarından koparılmıştı. Belki gelecekte de aynı olacaktı. Kitabın içinde geçen medeniyetin doruk noktasına ulaşmış uzaylıları elinin tersiyle iten bu insanoğlu hep böyleydi, böyle de kalacaktı. İnsanoğluna tokat olarak atılmış bir tenkit. Geçmiş, gelecek ve şimdi. Hepsi bir bütün. Hepsi tek bir günde toplanıp bir asır olmuştu belki de.
Abutalip’in ölüm haberini aldıktan sonra evlatlarına söyleyemiyor Zarife. Oğullarının son kalan umudunu da ellerinden almak istemiyor. Bu süre zarfında da Yedigey bakıyor onlara. Sobalarını yakıyor, odunlarını kesiyor, patateslerini getiriyor. Gel zaman git zaman Zarife’ye aşık oluyor Yedigey. İçindeki babalık hissi ve kadına duyduğu acıma hissinden ötürü kabarıyor Zarife’ye karşı sevgisi. Fırsattan istifade veya uçkurunu düşündüğü için değil. Belki de uzun uzun dinlediğimiz Karanar’ın kızgınlık hikayelerini insan ile hayvan arasındaki sevginin, aşkın ayrımını görebilelim diye koymuş yazar.
Peki bunca olay örgüsünden sonra ne oldu? Nereye bağlandı bunca ölüm? Kimler öcünü aldı? Kim bahtiyar bir sona kavuştu? Kazangap’ın cenaze namazı bile Ana-Beyitte kılınamayıp yol üzerindeki bir yerde gömülüp yarım yamalak bir şekilde kılındı. Yedigey’in, Zarifesi’ne kavuşmadığını biliyoruz. Bari küçük bir haberle gönlümüz hoş tutulamaz mıydı? Halbuki yazar “Cemile” kitabında bize ne güzel aşkı anlatmıştı. Cemile’yi sevdiceğine kavuşturmuştu. “Toprak Ana”da bile toprakla konuşturarak rahatlamıştı evlatlarını kaybeden anacığı. Yazarımız bu kitabında oluşturduğu her bir roman karakterlerinin dertleriyle baş başa bıraktı bizleri. Öyle bir üslupla anlattı ki bütün bu yaşananları, kalbimizin en derinlerinde hissedip hemdert olduk onlarla.
Yazarımızın anlatmak istediği şey basitti. Sevinç giderdi ilk bu topraklardan. Acı ve keder onu takip ederdi peşi sıra. Geriye sadece kimlerin lanetle anılıp kimlerin arkasından dua okunduğu kalırdı hafızalarda. Belki de Sadi-i Şirâzi’nin yazdığı şu dört mısra açıklıyordu koca romanı:
Devran-ı beka çu bâd-ı sahrâ bigüzeşt
Telhi vo hoşi vo zeşt ü zeybâ bigüzeşt
Pendaşt setamgar ki cafa ber mâ kard
Der gardan e û bemand o bar mâ bigüzeşt
………..
İnsan ömrü sahra yeli gibi geldi geçti
Acısıyla, sevinciyle, kötülüğüyle, güzelliğiyle geçti gitti
Zulm eden zanneti ki bir zafer eyledi
Yaptıkları geçti gitti, ama onun boynuna kaldı
Boynunda levha ile onlara eziyet edenleri karşılayacak kişilerin listesi
——-
Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.