
Hayatım tepetaklak olmuştu. Her şeyimi kaybetmiştim. Uyku düzeni diye bir şey kalmamıştı.
Altında kaldığım borçları bir hesap makinesine yazacak olsam, rakamların ağırlığından oracıkta boğulup kalacaktı zavallı makine.
Ne düşüneceğimi, nereden başlayacağımı, derdimi kime anlatacağımı bilmiyordum. Tanıdıklarımın yarısından kaçıyordum. Beni tanıyanların çoğu da benden uzak durmayı tercih ediyorlardı.
Zihnimdeki sesleri birkaç dakikalığına da olsa yemeklerden sonra çöken ağırlık susturabiliyordu. Kilo alıyordum…
Bir balina tarafından yutulmuş ve okyanusların derinliklerine götürülüyordum. Kardeşleri tarafından bir kuyuya atılmış gibiydim. Bir sepete konulup meçhule giden bir nehre terkedilmiştim âdetâ.
Kuyuya kovayı sarkıttıran Allahü teâlâ değil miydi?
Gurbete düştüğüm ilk geceydi. Seccade başında bir yol göstermesi için Rabbimize tazarruda bulunmuştum.
Üniversite hayatım Uluslararsı İlişkiler sahasına teksif edilmiş ne de olsa. “Spillover” [taşarak yayılma] mefhumu geldi aklıma. Asırlarca birbirlerini boğazlayan Avrupalılar “Haydi Avrupa Birliği isimli bir birlik kuralım,” diye yola çıkmamışlardı. Kömür ve çelik madenlerini beraber işletmekle işe başlamışlardı. Bu tek bir noktadaki çalışmalar o kadar başarılı neticeler vermişti ki taşmış ve zamanla yayılarak başka sahalara genişlemişti. Nihayetinde Avrupa Birliği diye bildiğimiz devâsâ müessese teşekkül etmişti.
Tabir-i caizse, bende ampul yanmıştı. Ertesi sabah elimde avucumda kalan son parayla güzel bir spor salonuna yazıldım. Zihnimdeki bütün şalterleri bir süreliğine kapattım.
Ve başladım fizyolojimin hudutlarını zorlamaya…
Sırıtarak “Yapamazsın!” diye gülen şüpheci yanımın yanıldığını her gün ispatlaya ispatlaya suratına haykırıyordum.
Parmağımı kaldırmaya dermanım kalmayacak kadar spor yaptıkça içimdeki zayıf ben’i bir kez daha mağlup ettiğim hissine kapılırdım. Ve içimdeki hakiki ve güçlü olan “ben” biraz daha canlanmaya başlardı her seferinde.
Bazı günler, o torbayı yumruklarken “Hazırım! Hayatın üzerime fırlatacağı her türlü zorluğa hazırım!” diyordum. Konuştuğum dili anlamayan arkadaşlar “Bizimki yine başladı,” diye gülüşürlerdi. Haftanın beş günü, 5-7 saatim spor salonunda geçerdi. Salondaki kulağı eriyen güreşçiler ve dövmeli boksörler hiçbir şeylerini esirgemezlerdi benden. İhtimam ve itina ile yardımcı oldular. İçlerinde sonradan İslamiyetle şereflenenler, göçmenler ve gayri müslim gençler de vardı.
Hayattan ve kendimden çok daha fazlasını bekliyordum. “Hayır! Hayır! Bu böyle bitemez!” diyordum kendi kendime. O yorucu antreman günleri esnasında ulaşmak istediğim hedefler kadar, bana hainlik edenlerin menfur suratları da destek oluyordu. Nabzım hızlanır, yumruğum sıkılırdı.
Kilolar kayboldu. Uyku düzene girdi. Sütunları devrilip kubbesi üzerime çökmekte olan toz duman içindeki hayatımda ürkek ama kararlı bir gelincik açmaya başlamıştı.
Baharın bayrağı, yeniden doğuşun habercisidir gelincik!
Her şey ters gidiyorsa, hepsini birden düzeltemiyorsanız, tek bir tanesine odaklanın. Ve öyle bir teksif edin ki bütün benliğinizi… “Başarabileceğiniz” konusundaki kendinize olan itimadınız geriye gelene kadar durmayın. Hayatınızın her sahasına sirayet edecektir.
Samimi olarak, yapmacıktan uzak şekilde ve gerçekten acıya, daha fazla acıya talip hâle geliyordum. Spor salonu haricindeki zamanlarda, işlerimle ilgileniyordum ve resmen “dîvâneler” misali okuma yapıyordum.
Kuyunun dibi ne kadar zifiri karanlık olursa olsun, derûnunuzdaki iman ışığından bir dem süphe etmeyin.
Gönüle dolan neşe, dağa taşa sirayet eder!
Bir büyüğümden dinlemiştim: Muvaffakiyetin %90’ı, hatta yüzde 99.9’u moraldir, güvendir, enerjidir, buyurmuşlardı. “Güvendir,” derken iki ellerini göğüs kafeslerine koymuş ve “Öz güvendir,” demek istemişlerdi. Fakat nefisler Allahü teâlâ’yı unutmasınlar sadece özlerine itimat etmesinler diye “öz” ifadesini sarf etmemişlerdi.
Allahü teâlâ’ya hamd olsun ki, o günden sonra hayatımın istikameti müspet cihette seyretmeye başladı.
Yok! Kuyudan çıkar çıkmaz Mısır’a hükümdar olamazsınız. Allahü teâlâ’nın ihsanı ile evliyanın himmeti yetişmeli. Bir süre zindan hayatı yaşayacaksınız. Öyle kolay değil o işler. Sabırla ter dökmelisiniz.
Rahatı (konforu) baş düşman belleyeceksiniz.
Mitolojide Sisyphos isimli kralın hikâyesi vardır. Yeraltı dünyasındaki kocaman bir kayayı bir tepenin en yüksek noktasına kadar yuvarlayarak çıkarmaya mahkum edilmiştir. Hedefe her yaklaştığında taş yuvarlanıp aşağıya düşer. Efsaneye göre ebediyete kadar devam edecekmiş cezası. Sisyphos için artık yegâne kurtuluş yolu kalmıştır: Hedefe değil, sürece odaklanmak ve kocaman kayayı zirveye yuvarlama faaliyetinden zevk almasını bilmek!
Siz her sabah “Bismillah” diye koyulun yola. Ve dökeceğiniz tere, çekeceğiniz zahmete, omuzlayacağınız yüke odaklanın.
Elbette ki bazı hedeflerimizin olması gâyet tabiidir. Fakat hedefleri zihinde katılaştırmak, cisimleştirmek çok büyük tehlike. Birincisi, “Maksadın mabudun olur,” buyurmuş büyüklerimiz. İkincisi “Tûl-i emel” caiz değildir. Yani “uzun vadeli” dört başı mamur, kati ve kesin planlar yapmak uygun değildir.
Bizleri yoktan var eden yüce Allah’ımızın bizlere neler ihsan edeceğini nasıl bilebiliriz? Sürprizlere açık olmak icap etmez mi?
Son olarak, Batılı psikologların içinde, insan davranışlarını anlamamıza yardımcı olacak en yararlı çalışmaları yapan düşünür Carl G. Jung’un fertlere bir tavsiyesini şu şekilde özetleyebiliriz:
“Yaşamak insanın potansiyelini keşfetmesi ve dolu dolu icra etmesi demektir. Her kişinin yolu bîhemtâdır, eşi benzeri yoktur. Kimsenin yolunu bir başkası yürüyemez.”
İmâm-ı Rabbâni hazretleri tasavvuf yolundaki iki kişinin seyr ü süluku birbirine tıpatıp benzemez buyurmaktadır. Sadece parmak izlerimiz, göz renklerimiz, simalarımızı veya seslerimiz bîhemtâ yaratılmamış. Yürüyeceğimiz yol, çekeceğimiz zorluklar, aşacağımız maniler de farklı kılınmıştır.
Üstat İsmail Ekber isminde bir fikir ve aksiyon adamı yıllar evvel “Bir gün bakar da hayatında hiçbir problem olmadığını görürsen git ve kendine uğraşıp üstesinden gelecek bir problem bul,” şeklinde bir tavsiyede bulunmuştu.
Sabreden derviş, murâdına ermiş. “Sefer bizden, zafer Allah’tan” demeli ve şartlar ne olursa olsun pes etmemelidir.
Canâb-ı Allah taşıyamayacağımız ağırlık yüklemez bize. Muhakkak vardır bir çaresi…
——-
Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.
Kimsenin yolunu bir başkası yürüyemez.💎
Never give up!