Deizm Nedir?

Deizm; bir başka adıyla Yaradancılık bir inanış şekli:

  • Bir Yaratıcı vardır, fakat kâinatın ve hayâtın işleyişine karışmaz, der.
  • Vahyi inkâr eder.
  • Akıl; mantık kâidelerini ve tabiatın işleyiş kanunlarını bulduğu gibi, dini inanışa dair esasları da bulabilir, der.

Tarihte, mutezile fırkası da, kadere inanmanın farz olduğunu inkar edip, “İnsan kendi kaderini kendi çizer. İnsanların işlerine Allah karışmaz” dediği için sapıklar zümresine dâhil olmuştu.

Günümüzde de, kendine Deist, Yaradancı veya Allahçı diyenler çoğalmakta.

Bize Ne Oldu?

Hürmet kalmadı. Mukaddeslere, mefhumlara, kıymetlere, ululara ve yücelere. Hocalar, imamlar, camiler, kitaplar, mezhepler… ve herşey heryerde tartışılır oldu. Sıradanlaştırıldı.

İnsan, kibrini, itirazını, isyanını, serkeşliğini, şüphelerini ve dahi aklını; ancak ve ancak mukaddes ve mutlak kabul ettiği kıymetler karşısından bir kenara bırakabilir.

Evlatlarımızın deistleşmesinden şikayet ediyoruz da, biz çok mu masumuz! Biz değil miyiz çocuklarımızı yıllarca okulda aldığı nota, kazandığı üniversiteye, bildiği yabancı lisana, kapak attığı prestijli işe göre değerlendiren? Küreselleşen vahşi kapitalist dünyanın yegâne kriteri para ve maddi başarı. Ya manevî cihet? Gönül, kalp, imân, kıymetler ve mukaddesler… “Ama yaz tatilinde Kuran kursuna gitti benim oğlan”. Vicdan azâbı üzerine örtülen bir cümlelik örtü. Bazı cenazelerde çene altına bağlanıveren örtüler misali.

Yaz tatilinde Kur’ân-ı Kerîm kursuna göndermek veya okulda din kültürü dersi dini bilgi edinmek için yeterli olur mu? Doğru itikat üzerine inşa edilmeyen “ilim, amel ve ihlas” üçlüsünden müteşekkil olmayan bir bina yıkılmaya mahkum değil midir?

Kendini öyle vasfetmeseler de, gençlerin ekseriyeti fiilen deist olmuşlar da haberleri yok. Sorsanız deizmin ne olduğunu bilmezler. “Elhamdülillah müslümanız” derler. Ama dînimizin emir ve yasakları hakkında konuşmak muhaldir. Kendi aklına göre, dinden ne anladıysa onu konuştuklarını görürsünüz. “Bence….” ile başlayan cümleler kurulur. Velhâsıl, içi boşaltılan bir müslümanlık, piyasa şartlarına uydurulmuş kadınlar ve evdeki vakâr ve riyasetini kaybeden erkekler.

Delikanlılarımız, Müslümanlığı sadece Cuma ve Bayram günleri camiye uğramaktan ibaret zanneder oldu. Kızlarımızın hâl-i pür melâlinden hiç bahis açmayalım isterseniz.

Akıl ve Deizm

Gençleri deizme sürükleyen sebeplerin başında, aklın yetersiz kalacağı meselere kafa yormaları geliyor. İslamiyette akla uymayan bir şey yoktur fakat aklın almayacağı şey yoktur.

Allahü teâlâ’nın Zâtı ve Sıfatları – Allahü teâlâ’nın azametini ve mutlak kudret sahibi oluşunu idrak edemiyorlar. Onun için böyle bir kudret sahibi bir varlığın mevcudiyetini içlerine sindiremiyorlar.

Kaza ve Kader – “Allah kötüleri kötülükten neden alıkoymaz”; “İnançsız bir ailede dünyaya gelen birine neden azap yapılacak”; “Günah neden yaratıldı”; “Neden insanlar eşit yaratılmadı” ve dininizin “kaza ve kader” bahsini alâkadar eden benzeri sualler.

Öldükten Sonraki Hayat – Cennet, cehennem, sırat, mizan, mahşer gibi hususlar.

Yaradılışın Gâyesi – Allahü teâlâ’nın insanları neden imtihan ettiğinden, kadın ve erkek arasındaki farklılığa kadar… hayat ve yaradılışa dair meseleler.

Hikmetini ancak Allahü teâlâ’nın bildiği, Peygamber efendimiz vâsıtasıyla bizlere haber verdiği ve İslam âlimlerinin kitaplarında uzun uzun izah buyurdukları çoğunluğu “gayba imânı” iktiza eden meseleler. Akılla anlaşılacak şeyler değil.

Akıl; vahiyin ışığında ilerlerse vâsıl, aksi halde gümrâh olur. İslam medeniyeti, nefis ile imânın harbinden ibâret. İnsan, aklını nefsinin değil; imânını emrine verdiği ölçüde aklının şerrinden mahfûz olabilir.

Bir genç, gayba imân etmeden; nefsi ve aklıyla başbaşa kalıp hakikati bulabilir mi? Sahi, şeytan da “Peki” deyip emre itaat etmediği ve aklına uyduğu için lanete uğramamış mıydı? İslâmiyette, nefse karşı mücadele, mücadelelerin en büyüğü kabul edilmiş. Nefis mukkaddesler önünde diz çöktürülmüş. İyi de hangi mukaddeslerin? Mukaddesleri aşındırılan, kıymetleri alelâde tartışılan gençler bocalama yaşamaz mı! Tartışmaya kapalı, yüce ve mutlak kıymet bırakmadık. Hak ile bâtılı birbirine karışmış görünce, gençlerimiz de doğruyu bulmak için akıl yürütmek zorunda kaldı.

Vahyin kapısından içeri girdiğiniz anda, aklınızı dışarıya bırakıp öyle girersiniz. Yüce peygamberimizin bize haber verdiği mukkaddesleri tartışmaz, sorgulamaz, şüphe duymaz, akıl terazisine vurmaya kalkmazsınız. Boyun eğebildiğiniz nisbette yükselirsiniz.

Nefsin himalayalar misali dimdik ayakta durduğu yerde, tevâzû, diğergamlık, tevekkül…. ne gezer! Kibir, egoizm, hazcılık (hedoizm)… alır gider.

Gençlerimizin aklına değil, gönlüne hitap edebilmemiz gerekirdi? Kendisi gönül ehli olmayan gönüllere nasıl dokunacak?

Bu vebâlde aslan payı; “sadece Kur’an mealini okumakla” din öğrenilebileceğini telkin eden ve meal okumayı teşvik eden zihniyete aittir.

Böyle bir neslin ayak sesleri duyuluyordu. Ahmet Arvâsî hoca “dramatik insan” şeklinde tarif etmişti yönünü şaşırmışları. Bu vaziyet, hadîs-i şerifte haber verilmiş: “İnsanlar camileri doldurur, içlerinde (hakiki) tek mü’min yoktur” (İbni Ebi Şeybe 6/163). Çok daha beterinden nasıl kurtuluruz?

Gençlere sadece kurallar bütünü olarak dayatılan din, belki de ruhlarını, kalplerini doyuramadı. Sözünüzün evladınız üzerinde tesirli olması için önce kendinizin tatbik ediyor olmanız gerekmez mi? Hem de samimiyet ve ihlasla. İnandığımız gibi yaşamadığımız için, yaşadığımız gibi inanmaya başladık.

Din diye, dinsizliği dayadık millete.

“Menkıbeci din anlatısı” diye âlim, evliyâ ve büyük zatları hor gören âdiler türemedi mi? Manevi aşkı yakalayamayan ruhlar; nefislerini okşayan şeyleri ilahî aşkla karıştırmadılar mı? Tasavvuf musikisi, çalgılı ilâhi, kız-erkek yan-yana sosyal faaliyetler… ve saire.

Ahlâk kaleleri yıkıldı. Edep tezgâhları tahrip edildi. Tasavvuf ekolleri, gönülleri saflaştırıyordu. Kibirden kayalar şeklinde girdikleri dergâhlardan yontulmuş, cilâlanmış mütevazi kişiler olarak çıkıyorlardı. Aileye, büyüklere, ilme, mukaddesata ve bilahare bütün kıymetlere hürmet öğretiliyordu. “Karıncaya ulu nazarı” olan ve insanlar bir yana hayvanlar ve hatta nebâtâtla empati kurabilen nesiller yetişiyordu.

Vaaz kürsüsüne televizyonlar çöreklendi. Rahlelere akıllı cihazlar kapaklandı.

Kur’ân-ı Kerîm meâli okuyarak dinden soğuyan mütedeyyin aile çocukları var.

Ah İstismâr

Malesef, suimisâlin emsâl kabul edilmesi vaziyeti de mevzubahis. Mesela bir siyasi partinin veya bir sivil toplum örgütünün “dinin temsilcisi” şeklinde telakki edilmesi yanlışlığı yaşanageldi. Dinle alâkası olmayan teşekküllerin hatâları dîne mal edildi. Din, “birilerinin saltanatını korumak içi geliştirdiği bir sistem” diyerek siyasi partiye olan hıncını dinden çıkarma temâyülü müşâhede edildi.

Mütedeyyinlere “dinci” yaftasını yapıştıran ve kendilerini “Allahçı” (deist) şeklinde lanse edenler çıktı.

Çeşitli gizli emellerini dîni cemaat kisvesi altında gizleyenlerin verdiği zararlar öldürücü zehir misali tesir etti. Toplumun içine sızmak, manipüle etmek, mobilize etmek ve kendi hedefleri cihetinde yönlendirmek için ne yazık ki, din istismar edildi.

Ahlaksızdan Müslüman Olmaz

İmam hatip liselerinde veya ilahiyat fakültelerinde çilehâneler yoktu ki oralardan mutasavvuf, ârif, âlim, evliya… çıksın. Lüzumlu lüzumsuz envai çeşit bilgi vardı belki, fakat nefis terbiyesinden geçirecek ahlakî terbiye yoktu.

Kibri törpülenmemiş; nefsi mutmainne olmamış; riyâzet, mücâhede, murâkebe ve başka hiçbir nefis terbiyesinden geçirilmemiş İmam Hatip veya İlâhiyât mezunları, yığınla dîni malumatla yüklendiklerinde kendilerini dinde otorite gibi görmezler mi? Ah bu ensesi kalın nefis! Malumatlarla mücehhez hâle geldi mi, izbandut kesilmez mi? Bütün kâinât kendi etrafında dönüyor vehmine kapılmaz mı? Yunus Emre’nin sözü manidardır:

Nice bin yıl bunda kalayım dersen
Cümle kitapları bileyim dersen
Her harfine yüz bin mana da versen
Bir kamil mürşide varmayınca olmaz

Hem bu noktada gâyeleri rızâ-yı İlâhîye vâsıl olmak olan dînî cemaatlerin de, gençlerin elimizden kayıp gitmesi hususunda eksiği olup olmadığı hususunda kendilerini sorgulamaları gerekmez mi?

Sosyal medya mecrâlarında ateist muhtevalar neşreden ve milyonlarca takipçisi olan sayfalar var. Manzara korkunç.

Bir de Küreselleşme

Geçmişte, Batı’da, toplum; fertleri bir insanın sahip olabileceği en tabii haklardan bile mahrum bırakmıştı. Feodal lordlar, aristokratlar ve nihayet kilise… İnsanca yaşamak gayesiyle, grupların tahakkümüne karşı, hürriyetçi değerleri besleyip yüceltmekten başka çare bulamadılar.

Eşitlik, hürriyet, adalet, insanî haklar… Modern dünya, yüzlerce yıllık mücadele neticesinde, bu değerler üzerine inşa edilmeye çalışıldı. Kişiler, ahlakî normların gereklerine uymaya zorlanmamalı, özgürce kendi inanç ve davranış şeklini seçebilmeliydi.

İlk bakışta, çok güzel göründü bu düşünce. Herkes kendi başının çaresine baktı; çalıştı, didindi. Rekabet ve ferdiyetçilik (individualism – bireyselcilik) kutsandı. Bu cereyan Batılı olmayan medeniyetlere mensup ülkelere de yayıldı.

Toplumun pençesinden özgürleştirilen günümüz insanı yalnızlaştı. Mukaddeslerin dışına çıkarıldı.

Bir sosyal çevre takdim edecek; problemlerini çözecek; iç dünyasındaki çalkantıları dindirecek ve hayatının bütün boyutlarını kuşatacak bir “kapsayıcı çözüm” için tek başına yola koyuldu.

Her fert içgüdüsü ve mahdut bilgisi ile yola çıkıp, kendine has doğruları ve yanlışları olan bir düşünce, davranış ve ahlak modeli geliştirmek için çırpındı. Netice olarak; farklı, zıt ve insanlar sayısınca davranış kalıbı zuhur etti.

Önceden, içtimai/toplumsal değerler hiyerarşisi vardı. Mücerred ve müşahhas; her şey tasnif edilmiş ve belli kıymetler atfedilmişti. Bugünün problemi, kıymetler hiyerarşisinin darmadağın olması. Her ferdin kendi kafasına göre bir dünya, varlık ve hayat telakkisi geliştirmesi.

Telaş, endişe, kaygı ve koşturmaca… Mış gibi yaşamak… Sükûnet, hüşû ve huzur eksikliği…

Dünyânın vaziyeti vahim. Yedi küsür milyar insan çığlık kesildi âdetâ. Her tarafta bir başı boşluk hâkim. Aksi beklenemezdi zâten: Aklın hükümrân olduğu yerde mütevazilik değil, bitmez tükenmez üstünlük savaşı olur.

Her türlü içtimai kontrolün tahakkümünden kurtarılıp hakları eline verilen fert, tek başına hayatındaki bütün problemlere çözüm bulabilecek mi?

Yalnızlaşmak ve toplumca esir alınmak arasında gidip gelen günümüz insanı, zerreden kozmosa, topyekun varlığı kapsayan, ferdî ve içtimai, hayatın bütünüyle alâkalı tutarlı ve şümullü/kapsayıcı bir dünya görüşünü nasıl inşa edebilecek mi?

Hele bir de “ihtiyaç duymadığı” bilgilerin bombardıman altında kalan günümüz insanı; düşünme, akıl yürütme ve muhakeme etme vazifesini televizyon, radyo, bilgisayar ve mobil cihazlara devreder oldu. Alıcı, tüketici, güdümlenmiş, zombi, robot ve uyur-gezer vaziyete sokuldu.

Diğergamlık (altruizm) yerini nemelâzımcılık ve başına buyrukluk aldı. Değerler alt üst; herşey karmakarışık. Bulunan dermanlar dertten daha beter: Hedonizm, cinnet, depresyon, bunalım, nihilizm ve intihar! Dramatik, yalnız ve şuursuz yığınlar; her gün yenileri tezahür eden yüzlerce psikolojik hastalığın pençesindeyken doğruyu nasıl bulacak?

Düşünelim: “Yaratıcı kainatın ulu mimarıdır, binayı yapar (dünyayı yaratır) gerisine karışmaz” şeklindeki bir düşünce kimin işine geliyor? Zombi gibi yaşayan, durmaksızın tüketen ve tükettikçe birilerinin cebini dolduran nesiller hangi global odakların hayâlini kurduğu insan modeli?

Ne Yapmalı?

Mezhepsizliğin, dinde reformun, itikatta modernleşmenin aslında zındıklık olduğu idrâk edilmeden iflah olmamız mümkün değil.

Ehl-i sünnettin dört hak mezhepten ibaret olduğu; bu hususta hiç bir lam-mim-cime katiyyen yer olmadığı idrâk edilmeden iflah olmamız mümkün değil.

Dinde akıl değil, nakil esastır. Din demek, Edille-yi şer’iyye demektir. Yani, Kur’an-ı Kerim, Hadîs-i şerifler, İcmâ-yı Ümmet ve Kıyâs-ı fukaha bölünmez bir bütündür. Sadece Kur’an-ı Kerim meâlini veya hadis-i şerifleri okumakla din öğrenilmiş olmaz. Sadece kıt aklımızla mutlak hakikati bulamayacağımızı idrâk etmeden iflah olmamız mümkün değil.

Fertler, aileler, cemaatler ve bütün müesseseler evvelâ, Müslümanlığın, doğru itikadın ve dahi îmânın ne olduğunu anlamak ve anlatmak mecburiyetindedir. İman var her şey var, iman yok ne var ki!

Her Müslümanın, iman ve itikad üzerinde ısrarla duruması; iman nimetinin ne kadar kıymetli olduğunu; nefis, şeytan, medya ve kötü arkadaşların bu kıymetli cevheri elinden çalmak üzere dört bir yandan saldırdığının idrâkinde olması gerekir.

İman şuuruna sahip bir genç, ahlâksız olmaz. Ecdâdını, tarihini, edebiyatını, kahramanlarını, zaferlerini, vatanını ve bütün milli ve mânevî kıymetlerini seven şuurlu kimse olur.

——-

Serâzât.com’da; sadece Necip YILDIRIM’ın şiir ve makaleleri yer almaktadır. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz ve neşredilemez.

Ads