Erdoğan Doktrini


Erdoğan Doktrini

Dış politikada doktrin (öğreti), kendi içinde tutarlı ve bütüncül bir ilkeler dizisi anlamında kullanılır. Recep Tayip Erdoğan liderliğindeki AK Parti hükümetinin takip ettiği dış politikayı, kavramsal bakımdan kendi içinde bir bütünlük arz etmesi ve önceki tarz-ı siyasetten “farklı” olması sebebiyle doktrin olarak isimlendirebiliriz. Söz konusu doktrine diğer kurum ve kişilerin katkısı muhakkaktır. Fakat, dış politikanın orkestra şefliğini Recep Tayyip Erdoğan yaptığından mevzubahis dönemdeki dış politikanın tamamına birden Erdoğan Doktrini demek yanlış olmayacaktır.

AK Parti’den önce Dış Politika

Türk dış politikasının geleneksel çizgisi, statükoculuk ve Batıcılık kavramları çerçevesinde özetlenebilir. Statükoculuk (status quo) ilkesiyle, kurulu düzenin muhafazası ve mevcut durumu bozmama siyaseti hedeflenmiştir. Ayrıca, var olan sınırların korunmasına ve mevcut dengelerin sürdürülmesine özen gösterilerek, dış politika revizyonizm ve irredantizmden uzak tutulmaya çalışılmıştır. “Yurtta sulh, cihanda sulh” söylemi; statükoculukla özdeş tutulmuş ve her türlü alternatif  “yurtta savaş, cihanda savaş” anlamında yorumlanmıştır. Geleneksel Türk dış politikasının ikinci unsuru Batıcılıktır. Burada “Batı” bir coğrafi alandan ziyade, iman yerine insan aklının üstünlüğüne dayanan bir medeniyet şeklidir. Türkiye Cumhuriyeti için Batı, a) küllerinden doğduğu Osmanlı’dan bir kopuşu ifade eder; b) ulaşılması gereken muasır medeniyet seviyesidir; c) iç politikadaki uygulamaları meşrulaştırıcı bir rol oynar; d) tek boyutlu bir bakıştır ve e) seçkinlerin (aydınların) tekelindedir. Hakkıyla Batılılaşabilmek için Doğu, Kuzey ve Güney’den uzak durmak gerektiği varsayılmıştır. 2002 öncesinden Erdoğan dönemine kadar aktif dış politika izlenememiş olmasının sebebi bu paragrafta özetlenen anlayıştır.

2002’ye kadarki Türk dış politikasının teorik çerçevesini tehdit algılamasına dayalı paranoya şeklinde ifade edebiliriz. İçeride, İslami irtica ve bölücü Kürtçülük tehdit algılamaları; rejimi koruma ile bölünmez bütünlüğü sağlama refleksine dönüşmüş ve halkın ezici çoğunluğu güvenlik tehdidi olarak algılanmıştır. Ekonomik bakımdan, İthal İkameci Sanayileşme modeli benimsenerek ülke kapıları emperyalist dünyanın tehdidine kapatılmaya çalışılmıştır. Yunanistan’la kısır silahlanma döngüsüne girilmiştir. Araplar ve İran gericiliğin odakları addedilmiştir. Suriye ve Irak’ın PKK’nın barınıp beslendiği yuvalar haline gelmesi önlenememiştir. Yaşamsal çıkar alanı Kıbrıs’la sınırlı kalmıştır. Dış politika, Rusya’yı kızdırmamak, Orta Doğu’daki çatışmalarla dolu sayısız girdaplarının içine çekilmemek, balkanlarda iki devletle (Bulgaristan ve Yunanistan) birden savaş halinde olmamak gibi “endişe”ler üzerine inşa edilmiştir. Ulusal çıkar tanımlaması, (en azından psikolojik bakımdan) ulusal sınırlarla mahdut kalmıştır.

Bu tablonun iki istisnasını teşkil eden Menderes ve Özal, Batı eksenindeki (güdümündeki) liderler şeklinde okunmuş ve genel Türk dış politikası çizgisindeki ‘sapmalar’ şeklinde telakki edilmişlerdir.

Türk Dış Politikasında değişim mi?

Dış politikadaki vizyon iç siyasetle ve devlet yönetimindeki anlayışla doğrudan bağlantılıdır. Bunun için, Erdoğan hükümetini seleflerinden ayıran en bariz fark, “tehdit algılamasına dayalı paranoya” saplantısından uzak olmasıdır. Zira, mensup olduğu muhafazakar-demokrat görüş, irtica ve etnik-milli ayrılıkçılığı anlamsız kılmakta ve tehdit olmaktan çıkarmaktadır. Doğası ve özü gereği, Türkiye’nin tamamını kapsayacak şekilde birleştirici, uzlaştırıcı ve kuşatıcıdır.

Erdoğan Doktrini, Türkiye’nin tarih ve coğrafyasından kaynaklanan psikolojik gücü ortaya çıkararak ülke dinamizminin potansiyelini uluslararası sistem içinde bir güç parametresi haline getirmiştir. Eskiden reddedilen, inkar edilen, şüphe ile yaklaşılan, kaçılan ve tehdit algılanan olgulara soğukkanlılıkla yaklaşılmış ve hatta sahip çıkılarak birer özgüven unsuru haline getirilmiştir. Buna en güzel örnek, Türkiye-Orta Doğu ilişkileridir. Bölgeyle ilgili bütün önyargılar yıkılmış ve Türkiye’ye kazanç, güvenlik ve prestij sağlayan nüfuz sahası haline getirilmiştir. Tarih-kültür-coğrafya gibi değerler temelinde inşa edilen Erdoğan Doktrini, meydana getirdiği özgüven ve psikolojik güçle, dünyada çok boyutlu dış politika; bölgede sıfır problem yaklaşımı; Afrika ve Latin Amerika gibi yeni bölgelere açılma ve daha pek çok yenilik getirmiştir.

Özetle ifade edilirse, Erdoğan Doktrini Türk dış politikasında bir paradigma değişiminin ifadesidir. Bu paradigmayla, dar anlamdaki ulusal çıkar tanımlaması bir kenara bırakılarak psikolojik sınırlar kaldırılmıştır. Buna bağlı olarak, bütün dış politika kavramları yeniden tarif edilmiştir. Dış politikadaki algılama, sorunları ele alma ve çözüm üretme üslubunda yeni bir çerçeve meydana gelmiştir. Bu değişim, AK Partiyi aşan ve toplumda var olan bir birikimin Erdoğan tarafından benimsenmesi ve cesaretle uygulanmasından ibarettir. Yurtta, bölgede ve cihanda sulh temin etmek için kendi kabuğuna çekilmek ve herkesle kavgalı olmak gerekmediği Erdoğan Doktrini kapsamındaki icraatlardan anlaşılmış bulunmaktadır.

Medeniyet Temelinde Dış Politika

Medeniyetten kasıt, Türk-İslam medeniyetidir. Coğrafi olarak, Asya ve Afrika merkezli olmakla beraber, beş kıtaya yayılmıştır. Erdoğan Doktrini diye ifade ettiğimiz “medeniyet temelinde dış politika”nın yanlış anlaşılmaması için aşağıdaki noktalara dikkat çekmek faydalı olacaktır:

– Türkiye, H. J. Mackinder’in jeopolitik teorisinde belirttiği kalpgâh gibi, buzullar, çöl ve sıradağlarla dünyanın geriye kalan bölgelerinden soyutlanmış değildir. Coğrafi ve kültürel bakımdan dünyanın merkezidir. Millet, ırk, topluluk, mezhep, din ve nihayetinde medeniyetlerin buluşma noktasında yer almaktadır. Bu sebeple, Türkiye proaktif ve çok boyutlu dış politika takip ederek, bölgesel ve küresel dengeleri gözetmiştir. ABD, Avrupa, Çin, Rusya, İran, Arap dünyası, Afrika, Türk Cumhuriyetleri, Latin Amerika ve bütün dünya ile geliştirilen cihanşümul ilişkiler bu çerçevede okunmalıdır.

– Türkiye Cumhuriyeti’nin, kesinlikle ABD liderliğindeki Batı dünyası ekseninden kayma lüksü bulunmamaktadır. AK Parti hükümeti de Avrupa Birliği üyeliği yönünde kat ettiği kayda değer mesafe ve ABD ile yürüttüğü yakın stratejik işbirliği ile bu gerçeği dikkate almaktadır.
– Erdoğan’ın uyguladığı dış politika ile, ne coğrafi anlamda, ne de ideolojik anlamda, Türkiye’nin ekseni kaymamıştır. Bu zeminde yürütülen tartışmaların, Türk-İslam medeniyeti çapında yürütülen dış politikanın Türkiye’ye sunduğu faydaları hesaplayamadığı anlaşılmaktadır.
– Erdoğan Doktrini kapsamındaki dış politikanın esas hedefi, Türkiye Cumhuriyeti devletinin çıkarlarını sağlamaktır. Dış politikadaki perspektifinTürk-İslam medeniyeti temelinde olması, bu hedefe mümkün olan en geniş ufku sunmaktadır. Yoksa, Türkiye’nin çıkarları soyut ve müphem bir “Türk-İslam medeniyeti” idealine kurban edilmemektedir.
– AK Partinin dış politikası, Samuel P. Huntington’un Medeniyetler Çatışması adlı eserinde dile getirdiği anlamda, Batı’nın (yani Hıristiyanlığın) antitezi değildir. Erdoğan’ın Medeniyetler İttifakı eş başkanlığını yaptığı hatırlanırsa, Erdoğan Doktrininin Huntington’un ortaya attığı çatışmacı görüşün ötesinde bir uluslararası politika olduğu görülecektir.
– Yeni Osmanlıcılık (Neo-Ottomanism), Erdoğan Doktrininin sadece bir parçasını teşkil etmektedir. Medeniyet temelinde dış politika, Türkiye’nin çıkarlarını sadece eski Osmanlı topraklarında gerçekleştirmenin çok ötesinde ve bu hedefi aşan bir yaklaşımdır. Zira Osmanlı devleti, coğrafya ve tarih olarak Türk-İslam medeniyetinin sadece bir kısmından ibarettir.
– Günümüzde Pakistan, Afganistan, topyekün Arap dünyası, Türk Cumhuriyetleri ve hatta İran gibi, Türk-İslam medeniyetine mensup olan halkların Türkiye’nin aktif dış politikasından heyecan duymaları, Türkiye’nin mevzubahis halkların “doğal” lideri olduğunu (veya olabileceğini) açık bir şekilde göstermektedir. Ayrıca, “yumuşak güç” enstrümanlarıyla yürütülecek Türk dış politikasına meşruiyet sağlamaktadır.
– Türk-İslam medeniyeti seviyesindeki şuur ve hassasiyetle geliştirilen her türlü uluslararası siyasetin, Türkiye’ye güç, prestij ve maddi kazanç sağlayacağı görülmüştür. Bu sebeple Türkiye, dış politikasını belirlerken, birilerini memnun etme veya birilerinin gücenmesinden çekinme gibi kaygılardan uzak durmuştur.
Türk-İslam medeniyetinin şuuru, vicdanı ve beyni Türkiye’dir. Türkler, bin beş yüz yıldan beri bu medeniyetin bayraktarlığını yapmışlardır. İşte bu liderlik misyonu, AK Partinin medeniyet temelindeki dış politikasında (Erdoğan Doktrini) ifadesini bulmuş durumdadır.

Arap Ülkeleri ve Erdoğan Hükümeti

AK Parti döneminde, Türkiye ile Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin kronolojik vakanüvisliği tarihçilerin işidir. Burada, Erdoğan Doktrininin Arap dünyasına bakışını tayin eden bazı ana unsurlar üzerinde durulacaktır.

Tarihi Arka Plan

Araplar Türkleri sırtından hançerlememiştir. 20. Yüzyılın başlarında bir avuç Arap isyancının hareketi, Atlas Okyanusundan Basra Körfezine ve Arap Denizinden Akdeniz kıyıları boyunca serpilmiş olan koskoca Arap dünyasına mal edilmiştir.

O dönemde bütün Araplar isyan etmemiştir. İsyan edenler, Araplar içinde çok küçük bir oranı teşkil emekteydi. Osmanlı devletine karşı ayaklanan Şerif Hüseyin’in etrafında toplanan Arap askerleri birkaç bini geçmemekteydi. Tam birlik olunacağı bir zamanda Osmanlı İmparatorluğunun bölünmesi için çalıştığından, Şerif Hüseyin Araplar tarafından kınanmış ve hain olarak ilan edilmiştir. Kaldı ki, Şerif Hüseyin, İttihat ve Terakki’nin adayına karşı 1908’de bizatihi Sultan Abdülhamit Han tarafından desteklenerek Mekke Emiri seçilmiştir. Ayrıca, Şerif Hüseyin halifenin İttihat ve Terakki’nin (Enver, Talat ve Cemal paşalar) elinde “esir” olduğuna inanmaktaydı ve İngilizler tarafından kandırılmıştı.

O zamandaki askerlerimizin istatistikleri incelenirse, Osmanlı ordusunda Türklerle omuz omuza savaşan Arapların sayısının isyancı Araplardan çok daha fazla olduğu görülecektir.

Söz konusu dönemde, Türkiye Cumhuriyeti kurulmamıştı. Osmanlı bir ulus-devlet değildi. İsyan eden Araplar, milliyetçi emellerle Türk ırkına mensup olanlara karşı değil, kendilerinin de tebaası oldukları yönetime karşı gelmişlerdi. “Araplar bizi sırtımızdan vurdu” şeklindeki bir sabit fikirle bütün Arapları tek kefeye koyarak kötülemek, toleranstan uzak aşırı uç milliyetçi bir yaklaşımdır.

Her şey zıddıyla kaimdir. 1923 yılında ulus-devlet temelinde kurulan genç Türkiye de, ulusal sınırları içinde vatandaşlık temelinde bir aidiyet ve bir kimlik oluşturmak durumundaydı. Bunun için, vatandaşlarını Ankara’ya tabi kılmaya çalışırken, bir takım kimlikleri de ötekileştirmek zorundaydı. Resmi ideolojinin bugünü meşrulaştırma kaygılarıyla tarihi geriye dönük olarak (ex post facto) yorumlaması, ulus-inşa refleksinin doğal bir neticesi olarak değerlendirilmelidir. Cumhuriyet rejimini başarılı bir şekilde inşa etmek için gerekli olan bu yaklaşıma günümüzde ihtiyaç kalmamıştır. Erdoğan liderliğindeki AK Parti hükümetinin Arap dünyasına bakışını bu açıdan ele almak gerekmektedir.

Ekonomik Çıkarlar

Erdoğan dönemindeki dış politika çerçevesinde Arap ülkeleriyle Cumhuriyet tarihinde hiç görülmedik iyi ilişkiler geliştirilmesi kuru bir Arap hayranlığından ileri gelmemektedir. Medeniyet temelinde dış politika vizyonu içinde, Türkiye’nin milli menfaatlerini gerçekleştirme hedefi taşımaktadır.

Kuveyt, Katar, Umman, Bahreyn, BAE ve Suudi Arabistan’dan oluşan Körfez Birliği ile ilgili aşağıdaki örnek, neden Arap ülkeleriyle iyi münasebet geliştirilmesi gerektiği hakkında fikir verecektir:

Günümüzde, sadece Körfez burjuvazisinin elinde bulundurduğu sermaye 800 milyar dolardan daha fazladır. Dünya petrol yataklarının % 42’si ve dünya doğal gazının %23’ü bu ülkelerdedir. Körfez ülkelerinin yurtdışından ellerinde bulundurdukları finansal varlıkların 1.8 trilyon dolar olduğu tahmin edilmektedir. Bu ülkelerdeki bütçe fazlası 542 milyar dolar olup, bunlardan 300 milyar doları ABD’ye, 100 milyar doları Avrupa ülkelerine geriye kalan kısmı ise Asya’ya gitmektedir. Bu rakamlar sadece altı ülkeyle ilgilidir. Bütün Arap ülkelerindeki istatistikler incelenirse, ekonomik ve ticari fırsatların önemi daha iyi anlaşılacaktır.

Bütün dünya Arap dünyasındaki pastadan pay almak için çaba gösterirken, Türkiye Cumhuriyetinin bazı ideolojik dürtülerle bu imkanlara sırtını dönmesi milli çıkarlarıyla tamamen zıt olmaktadır. Erdoğan Doktrini, işte bu zıtlığı ortadan kaldırmaktadır.

Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye

Soğuk Savaşın sona ermesiyle yeni bir dünya düzeni ortaya çıkmıştır. SSCB yıkılmış ve Batılı değerler ve kurumlar dünya sisteminde hükümferma olmuştur.  Ekonomiden siyasete, kültürden teknolojiye kadar her alandaki değişimi ifade eden küreselleşme süreci yoğunluk kazanmıştır. İşbirliği, demokrasi, uluslararası toplum ve insan hakları gibi kavramlar önem kazanmıştır. Güvenlik, askeri ve diplomatik konuların yanında sosyal olgular da ön plana çıkmış ve ulus-devlet dışındaki aktörlerin çoğalmasıyla, ilişkiler çok boyutlu ve karmaşık bir yapı kazanmıştır. Bu çerçevede, dış politikada kullanılacak araçlar ve uygulanacak metotlar farklılaşarak alternatif güç ve etkinlik araçlarının kullanılması gündeme gelmiştir.

Güç; istenilen neticelerin elde edilmesi ve hedeflere ulaşmak için başkalarının davranışlarını değiştirme kabiliyetidir. Bir devletin dış politikada başvuracağı “güç” iki türlü olabilir: Sert güç ve yumuşak güç. Sert güç (hard power), askeri kuvvet, baskı, tehdit, dayatma ve salt ekonomik kudreti ifade eder. Sert güçte dış politikada askeri önlemler öncelikli olup askeri güç ekonomik güç üzerinde yükselmekte ve siyasal güç de askeri güçten beslenmektedir. Yumuşak güç (soft power), başkalarının tercih, davranış ve düşüncelerini değiştirme; politika gündemini belirleme; diğer insanların önceliklerini şekillendirme kabiliyetidir. Yumuşak güçle dış politikadaki hedeflere kültürel, ekonomik, tarihsel, siyasal baskı araçlarıyla askeri güç kullanmadan ulaşılmaktadır. Bir devletin, kendi ulusal çıkarlarını, başka ülkelerin ulusal çıkarlarıyla örtüşecek bir şekilde sunabilmesi ve diğerlerini de hoşnut edecek bir şekilde siyaset izleyebilme kapasitesi anlamı taşımaktadır. Eğer karşı tarafın istediğiniz şeyi istemesini sağlayabilirseniz, o zaman yapmak istediği şeyi yapmasına onu zorlamanıza gerek kalmayacaktır.

Bugün itibarıyla, yumuşak güç çerçevesinde takip edilen dış politikanın kaba güce kıyasla daha sağlıklı ve daha kalıcı neticeler getirdiği anlaşılmıştır. Fakat, arkasında askeri ve ekonomik desteği olmadan, tek başına yumuşak güç unsurlarıyla netice alınamayacağı da kabul edilmiştir. Bunun için, sert ve yumuşak güçlerin maharetli bir şekilde birleştirilerek kullanılmasına akıllı güç (smart power) denmiştir. Akıllı güç, güçlü bir askeri yapıya ve istikrarlı bir ekonomiye sahip olmayı gerektirirken, aynı zamanda nüfuzu yaymak ve politikalara meşruiyet kazandırmak için ittifaklara, ortaklıklara ve kurumlara yatırımlar yapılmasını gerekli kılmaktadır.

Bu açıklamalardan sonra, diyebiliriz ki, küresel jeopolitik dengeler değişirken, Türkiye’nin sadece askeri gücü ile çıkarlarını garanti etmesi mümkün değildir. Bunun için, Erdoğan Doktrini Türkiye’nin bölgesel lider ve küresel aktör olma yolundaki hedefleri çerçevesinde bir stratejik konsept değişikliğini öngörmüştür. Soğuk Savaşın bitmesi Türkiye için yeni fırsatlar meydana getirdiği gibi, tehdit unsurlarını da farklılaştırmıştır. Türkiye’nin bu yeni duruma göre dış politikasını güncellemesi yerinde ve çok yararlı olmuştur.

Türkiye sadece askeri güçle bölgesel ve uluslararası hedeflerine ulaşamaz. Aynı zamanda, askeri ve ekonomik kabiliyete dayanmayan bir yumuşak güç, Türkiye için, yumuşak karın olmaktan öteye bir şey ifade etmez. Erdoğan Doktrini kapsamında, ekonominin güçlü olmasına özen gösterilmiş ve silahlı kuvvetlerin modernizasyonuna önem verilmiştir. Bununla beraber, Türkiye bölgesel liderlik, küresel aktörlük, uluslararası saygınlık ve nüfuz için dış politika aracı olarak yumuşak güç unsurlarından çok daha fazla yararlanmıştır. Var olan korkularından uzaklaşarak işbirliğine yönelmiştir.

Komşularıyla sıfır problem, uluslararası toplumla işbirliği ve ortak hareket çağrısı yapılmasının yanı sıra, gerektiği zaman Türkiye’nin tek başına hareket edeceğinin ortaya konulması, Türkiye’nin dış politikasında pragmatik davrandığını göstermektedir. Irak tezkeresinin reddi; Filistin ve İsrail politikası; Rusya, Çin ve İran’la ilişkiler ve AB’ye yöneltilen çifte standart eleştirileri bu bağlamda okunmalıdır.

Strateji ve taktikler hedefe götüren yollardır. Hedef olmadan, metot ve strateji söz konusu olmaz. Erdoğan Doktrini, en iyi müdafaa taarruzdur ilkesi gereği, Türkiye’yi bölgede lider devlet ve dünyada önemli aktör yapma hedefi doğrultusunda ilerlemektedir. Bu yönüyle, geçmişten farklıdır. İçeriye dönük savunma anlayışından, dışarıya dönük ve Türkiye’nin nüfuzunu yayama siyaseti benimsenmiştir. Erdoğan Doktrini, askeri güç ve hızla gelişen ekonomi ile desteklenen “yumuşak güç öncelikli” dış politika öngörmektedir.

Osmanlı toprakları üzerinde kurulan devletler coğrafi, kültürel ve tarihsel olarak Türkiye’nin doğal nüfuz sahalarıdır. Erdoğan iktidarı, uluslararası arenada küreselleşme olgusunun dünya çapında etkinlik gösterdiği bir döneme rastlamaktadır. Söz konusu süreçte, ekonomik, sosyal, siyasi bütün somut yapılar giderek birbirilerine eklemlenmektedir. Küreselleşme olgusunun getirdiği hukukun üstünlüğü, demokrasi ve benzeri prensipler Türkiye’nin çıkarlarıyla paralellik göstermektedir. Zira, sınırların kalktığı, serbest pazarın geliştiği, demokrasinin yaygınlaştığı ve dinamik bir akışın yaşandığı bu dönem, Türkiye için yumuşak gücün kullanılması bakımından hiç olmadığı kadar müsait zemin sunmaktadır. Erdoğan Doktrini kapsamında uygulanan dış politika, Türkiye’nin bu tarihi dönemeci idrak ettiğini göstermektedir.

Avrupa Birliği ve Türkiye

Avrupa Birliği (AB) projesi, Türkiye’nin Avrupa coğrafyasında sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi faaliyetlerde bulunarak nüfuz sağlaması için bulunmaz bir fırsat sağlamaktadır. Birincisi, AB’nin ortaya çıkardığı atmosfer, tarihi sebeplerden dolayı Türkiye veya Türklerden duyulan endişe ve korkuların bertaraf edilebilmesi için zemin oluşturmaktadır. İkincisi, bir ortak yarar ve paylaşım sistemi olarak AB, bölgede güvenlik ve istikrar kaynağı
durumundadır. Türkiye açısından altı çizilmesi gereken bir başka husus, AB üyelik perspektifinin demokrasinin sağlamlaşmasına katkıda bulunması ve dış politika uygulamalarında meşruiyet sağlamasıdır. AB’yi bu minval üzere değerlendiren Erdoğan hükümeti AB üyeleri ve kurumlarıyla yoğun diplomatik müzakereler yürütmüştür.

Tarihte Türkler, Avrupalıların kimlik tanımlamasında “öteki”yi teşkil etmiştir. Nihayetinde Türkler, Asya’dan gelmiş ve bir fetih anlayışı çerçevesinde adım adım savaşarak Avrupa’nın ortalarına kadar ilerlemiş ve yerleşmiştir. Cumhuriyet Türkiye’si de, Avrupalılara karşı kazanılan Çanakkale ve İstiklal harpleri sonrasında kurulabilmiştir. Değiştirilmesi mümkün olmayan bu hakikatlerden sonra, şunu da açık olarak ifade etmek gerekir ki; Türkler bugünkü Avrupa’nın ortaya çıkmasında katkıda bulunmuşlar ve gelinen nokta itibarıyla Avrupa’nın ayrılmaz bir parçası haline gelmişlerdir.

Türkiye-AB ilişkilerinin dinamiklerinin şekillenmesinde reelpolitik mülahazaların yanı sıra, tarihi kavrayış, dini refleks, milli hassasiyetler ve önyargılar gibi gayri maddi algı ve tasavvurlar da ciddi rol oynamaktadır. Fakat bir kurum olarak AB’nin, Türkiye’yi tam üye olarak kabul etme hususunda gönülsüz davranmasının en önemli sebebi, Türkiye gibi büyük bir ülkeyi hazmetme kapasitesine henüz kavuşmamış olmasıdır. Çünkü AB’nin derinleşmesi, genişlemesiyle aynı oranda gerçekleşmemiştir. Erdoğan döneminde, Türkiye AB’ye tam üye olma anlamında üzerinde düşeni fazlasıyla yaptığını ve AB’nin çifte standartlı yaklaşım sergilediğini vurgulamıştır.

Erdoğan hükümetine yöneltilen eleştirilerden biri, Türkiye’nin yönünü Batı’dan saptırarak başka cihetlere çevirdiği şeklinde olmuştur. Ortaya çıkan tabloya bakıldığında, hükümetin Batı dışındaki eksenlerde arabuluculuk, işbirliği, karşılıklı bağımlılık, serbest ticaret gibi ilkeler temelinde dış politika geliştirilmesi aslında Türkiye’yi AB’ye daha çok yaklaştırmaktadır. Zira bölgesinde barış, istikrar ve karşılıklı ticari bağımlılık tesis eden bir Türkiye, vatandaşlarına refah, güvenlik ve istikrar temin etmeyi hedefleyen AB için vazgeçilmez ülke olacaktır. Bunun için, Erdoğan liderliğindeki AK Parti hükümeti, “Sonra AB’nin tepkisi ne olur acaba!” endişesine kapılmayarak dünyanın her bölgesiyle yapıcı siyasetler geliştirmekten geri durmamıştır. Türkiye demokratikleşme, siyasi istikrar, ekonomik kalkınma yolunda başarılı adımlar atarak özgüvenle ve komplekslerden uzak dış politika takip ettikçe, AB nezdinde de değer ve itibar kazanmıştır.

Avrupa’da yaşayan Türkler, günümüzde Almanya başta olmak üzere bütün Avrupa’da her bakımdan azımsanmayacak bir gerçeklik haline gelmişlerdir. Gerek Türklerin uyum çerçevesindeki problemleri, gerekse Avrupalıların dışlayıcı tutumu sonucunda bazı problemler mevcuttur. Ancak, tablonun geneline bakıldığında, Avrupa’daki Türk varlığı Türkiye için çok önemli bir kazanımdır ve Avrupa’nın sosyal, iktisadi ve siyasi hayatında önemli roller üstlenecekleri kaçınılmazdır. Bu sebeple Türkiye Avrupa’daki Türklere yönelik sağlıklı ve başarılı politikalar takip edebilirse, AB içinde çok önemli bir lobi ve nüfuz elde edebilecektir. Erdoğan hükümeti, bir an evvel Avrupa’daki Türklerle ilgili, sistematik, kapsamlı ve uzun vadeli bir dış politika çerçevesi tespit etmelidir.

Son olarak, AB’nin Türkiye için önemini Alman dış politikasından bir örnekle açıklayabiliriz: İki dünya savaşında kaba kuvvetle Avrupa’da nüfuzunu arttırmaya çalışan Almanya, AB şemsiyesi altında top ve tüfeğe ihtiyaç duymadan serbestçe ve hatta meşru bir şekilde aktif dış politika izlemektedir. Bu sebeple, AB’de daha çok bütünleşme ve daha çok genişleme politikası izleyerek yaşam sahasını genişletmeyi hedeflemiştir. Benzer bir şekilde, Erdoğan hükümetinin AB’ye üyelik perspektifini devam ettirerek demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi değerler temelinde politikalar takip etmesi, iç ve dış siyasetteki uygulamalarına meşruiyet kazandırmaktadır.  Zaten bahsi geçen değerler, mevcut uluslararası konjonktürde geçerli olan genel kabulle paralellik arz etmektedir.

Erdoğan Doktrini Yeni-Osmanlıcılık mı?

Yeni-Osmanlıcılık (Neo-Ottomanism) kavramı, Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası ile ilgili kullanılmaktadır.
Osmanlı devletini yeniden kurmak veya halifeliği geri getirmek anlamı taşımamaktadır. Yeni-Osmanlıcılık bir düşüncedir, bir idealdir, bir hedeftir. Türkiye’nin kabuğundan çıkmasını ifade eder. Coğrafi bakımdan her ne kadar eski Osmanlı toprakları üzerinde kurulan devletler kastedilse de, o bölgeyle sınırlı değildir.  Bu itibarla, Türk dış politikasında “aktif, belirleyici ve düzen koycu” bir vizyona işaret etmektedir.

Peki, Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti hükümetinin takip ettiği dış politika (Erdoğan Doktrini) yeni-Osmanlıcılık mıdır?


Açıkça diyebiliriz ki, AK Parti iktidarının izlediği dış politika Yeni-Osmanlıcılık vizyonuyla örtüşmektedir. Fakat, Osmanlı kelimesinin farklı kesimler için farklı imalar içermesi ve bir tarihi yük taşıyor olması sebebiyle, “Yeni-Osmanlıcılık” şeklindeki her türlü isimlendirmeden kaçınılmaktadır.

Türkiye, seksen yıldan beri eski Osmanlı topraklarının olduğu bölgeyle yeterince ilgilenememiştir. İmparatorluktan sonra, Türkiye Cumhuriyeti savaş yoluyla ve zor şartlarda kurulabilmiş, Araplar Avrupalılar tarafından sömürgeleştirilmiş, ikinci dünya savaşı meydana gelmiş ve Soğuk Savaş dönemi başlamıştır. Ayrıca Türkiye bugünkü gücünde değildir. Gelinen noktada ise Türkiye’nin bölgedeki avantajlarına, tarihi bağlantılarına ve sorumluluklarına yeniden eğilerek çıkar sahasını genişletmesi kaçınılmaz duruma gelmiştir. Zaten Türkiye, bölgeyi çok iyi tanımaktadır, zira yüzyıllar boyunca bir imparatorluk olarak bölgeyi yönetmiştir.

Bugün, şartlar değişmiştir. Gerek uluslararası konjonktür, gerekse Türkiye’nin ulaştığı potansiyel, belirleyici ve düzen koyucu aktör olmasına zemin hazırlamaktadır. Elbette ki Türkiye, ABD, Çin veya AB gibi küresel bir güç değildir. Fakat, tartışmasız olarak bölgesinin en güçlü devletidir. Eğitimli ve güçlü ordusu; ciddi bir devlet ve diplomasi geleneği; kalabalık ve genç nüfusu; ekonomik birikimi; Batı’yla iyi ilişkileri ve iyi bir sanayi altyapısı vardır.

AK Parti hükümetinin izlediği dış politika ideolojik değildir. Yani belli bir inanç, mezhep, ırk veya başka her hangi bir dünya görüşüne dayandırılmamıştır. Bir yandan Suriye, Lübnan ve Ürdün’le yakın işbirliği geliştirilirken, diğer taraftan AB üyelik süreci ciddiyetle takip edilmiştir. Rusya ile enerji bağlamında anlaşmalar imzalarken, Irak’ta hükümet kurulması için çaba sarf edilmiştir. İran’la diyalog halinde olunması, Ermenistan açılımı, Balkan ülkeleriyle yakın münasebetler, Çin’le geliştirilen ilişkiler…vb politikaların tamamına bir bütün olarak baktığımızda, Türkiye’nin milli çıkarlarını merkeze alan, vizyonlu, rasyonel ve pragmatik bir dış politika takip ettiğini görmekteyiz.

Erdoğan Doktrini, Osmanlı devletinin tarihte önemli ve jeopolitik rol oynadığını kabul eder; Türkiye’yi yalnızca Batı’nın bakış açısına göre tanımlamaz; dış politikasının İslam ülkelerinde coşkuyla karşılandığının farkındadır ve dört asır İslam alemine halifelik yapmış olmanın sağladığı psikolojik üstünlüğün bilincindedir. Aynı zamanda, Müslüman olup demokrasiyi başarmış tek ülke olduğu gerçeğini benimser. Bu çerçeveden bakınca, Erdoğan Doktrini, çelişkili hususları farklı yer ve zamana göre Türkiye’nin mefaatleri için kullanabilmeyi esas almaktadır.
Dış politikada yeni bir konsept veya yeni bir model olan Erdoğan Doktrini, Türkiye’nin bir merkez ülke olduğunu varsayar. Şöyle ki, Türkiye, Afrika-Asya-Avrupa’nın merkezinde, (tarihi ve coğrafi) stratejik derinlikle, çok boyutlu ilişkiler ağıyla ve etkin bir diplomasi takip ederek küresel güç olma yolunda ilerleyecektir.

Erdoğan Doktrini; “çok kulvarlı-çok boyutlu”, “kriz, korku ve düşmanlık odaklı değil, vizyon odaklı”, “Türkiye eksenli ve oynak merkezli”, “sivil, akıllıca ve bilgece” ve “kazan-kazan anlayışlı” dış politika modelidir. Aynı zamanda, Sultan Abdülhamit’ten beri takip edile gelen uluslararası güçlerin çatışan çıkarlarını kullanarak milli menfaat elde etme yöntemi olan denge politikasından da yararlanılmaktadır.

Yeni-Osmanlıcılık kavramından korkulmalı mı?
Türkiye’de bir eksen kayması vardır. Zira Erdoğan Doktrininde Türkiye geleneksel eksenleri terk etmiş ve kendisi bir eksen olmuştur. Kendi ekseni etrafında bölgesel ve küresel bir güç olmayı hedeflemiştir. Bir başka ifadeyle, Türkiye bir çevre ülke değil; bir merkez ülkedir. Eğer Türk dış politikasının bir vizyonu olacaksa, bu küresel bir güç olma hedefidir. Çünkü Türkiye artık sadece bir bölgesel güç olarak tanımlanamayacağı gibi, “bölgesel liderlik” de Türkiye için bir hedef olmaktan çıkmıştır.
Erdoğan Doktrininin, yeni-Osmanlıcılık fikrine paralel olması, izlenen dış politikanın laiklik karşıtı, din eksenli veya Kemalizm karşısında yeni bir düzen olmasını gerekli kılmaz. Dünyanın yeni gerçekleri görmek istemeyen, ezberlerinin bozulmasından çekinen ve yeni tespitlerden ve yeni sözlerden korkanlar Türkiye’nin yeni durumunu algılamakta sıkıntı yaşamaktadır. İşte bu sebeplerden ötürü, “yeni-Osmanlıcılık” Türk dış politikası için şerefli bir vizyon olarak algılanacağı yerde, bir yaftalanma şeklinde kullanılmıştır. “Türk dış politikası İslamlaşıyor mu”; “Türkiye yönünün Doğu’ya mı döndürüyor” veya “Türkiye Batı’dan git gide kopuyor mu” şeklindeki değerlendirmeler, Erdoğan Doktrini kapsamındaki dış politikayı anlayamamaktan ileri gelmektedir.
Bunda, içinde ‘Osmanlı’ kelimesinin yer aldığı her türlü görüşe şiddetle karşı çıkanların etkisini unutmamak gerekir. İngiltere’nin eski sömürgeleriyle ilişkilerini devam ettirmek için Commonwealth’i kurması, Fransa’nın La Francophonie ile Fransızca konuşan ülkelerde etkili olma gayreti, Almanya’nın AB şemsiyesi altında Alman çıkar sahasını genişletmesi veya Rusya’nın BDT’yi kurarak eski Sovyet Cumhuriyetler üzerindeki nüfuzunu sürdürmesi yadırganmadığı halde, Türkiye’nin aynı kültürü paylaştığı ve bir kaç asır birlikte yaşadığı ülkelerle iyi ilişkiler geliştirmesi “ayıp” sayılmaktadır. Esas yadırganması gereken budur.
Uluslararası ilişkilerde, her devletin hedefi, kendi çıkarını savunmak, vatandaşlarını refah içinde yaşatmaktır. Yapılan bütün savaşlar, anlaşmalar, ittifaklar ve işbirliği projeleri hep bu hedefe istinaden gerçekleşmektedir. Bizim ortak dil, din, kültür, coğrafya ya da tarih bağımızın olan eski Osmanlı coğrafyasında 33 civarında devlet kurulmuştur. Bu 33 devletin GSMH ve ticaret hacmi çok büyüktür. Şunu da ifade etmelidir ki,Türkiye’nin benimsediği düzen kurucu rol, bir emperyal dürtü değil, bir gerekliliktir.

Gelinen Nokta
Türkiye, tarihindeki Osmanlı faktörünü görmezden gelemez. Tarihiyle ve kimliğiyle barışarak, Batı’ya demokrasi, insan hakları ve ekonomik standartlara uyduğunu, Doğu’ya ise dini, milli kimliğiyle Batı’yla yakın ilişki kurabilen bir devlet olduğunu her türlü kompleksten uzak olarakgösterebilmelidir. Doğu’da Batılı, Batı’da ise Doğu’lu görülme ikileminden kurtulmalıdır. Başkalarının misyon yüklemesini beklemeden kendi gayesini kendisi tayin etmelidir.
Erdoğan döneminde izlenen dış politikanın sonucunda, Türkiye’nin inandırıcı ve akıllıca politikalar takip ettiği takdirde, bölgesindeki ülkelerin katılımını ve yardımını da alarak önemli bir aktör olabileceği görülmüştür.
Türkiye Avrupa Birliğine tam üye olsaydı, bu kadar bağımsız bir dış politika asla izleyemezdi. Attığı her adımda bin bir eleştiriyle karşı karşıya kalırdı. Şimdi AB, Türkiye’nin yürüttüğü dış politika ile eriştiği gücü görerek, “Neden zamanında tam üye yapmadık” diye dizlerini dövüyor olsa gerektir.
Erdoğan Doktrini ile Türkiye’nin ufkuna nakşedilen hedeflerin önündeki en büyük potansiyel tehlike dışarıda değil, Türkiye’nin içindedir. Bu da, Türk-Kürt, Sünni-Alevi, Laik-İslamcı gibi problemlerin kaşınarak Türkiye’nin kendi içinde istikrarsızlaştırılmasıdır.
Özet olarak, Erdoğan Doktrininde Türkiye; özgüvenden yoksun, dinamizminden korkan, pasif, statik, uluslararası ilişkilerin kendiliğinden istikrara kavuşmasını bekleyen, kendisinin özne olduğunu unutan, uluslararası güç merkezlerinin yönlendiriciliğini kabul eden, kaderine razı ve edilgen devlet değildir. Bilakis, uluslararası alandaki süreci kavrayan, önüne çıkan her fırsatı süreci belirlemek için kullanan, kendi dinamizminin farkında olan, özgüvene sahip, tarihiyle barışık, halkına güvenen, bölgesel ve küresel dengeler arasındaki dinamikleri okuyabilen ve özne olan devlettir. Recep Tayip Erdoğan, Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu başta olmak üzere, AK Parti hükümetindekilerin söylem ve uygulamaları incelendiğinde,Türkiye’nin dünyada bu şekilde konumlandırıldığı görülecektir. Erdoğan hükümetinin izlediği dış politikanın sonuçlarına bakıldığında, Türkiye’nin bölgesinde bir stratejik sıçrama yapatığını, gücünü ve nüfuzunu artırdığını ve merkez ülke olma yolunda hızlı adımlar attığı görülecektir.

Ahmet Davutoğlu Faktörü

Ahmet Davutoğlu kimdir?

Ahmet Davutoğlu, Konya’nın Taşkent ilçesinde dünyaya gelmiştir. Muhafazakar, mütevazı ve değerlerine bağlı bir Anadolu ailesine mensuptur. Annesi Memnune hanım vefat ettiğinde, henüz dört yaşındadır. Babası Mehmet Bey, Sefure hanımla evlendikten sonra, İstanbul’a taşınmışlar, kırk yıldan beri, Bahçelievler’de aynı evde oturmaktadırlar. 1984 yılında bir jinekolog olan Sare hanımla evlenmiştir. Dört çocuk babasıdır.

1959 doğumlu olan Ahmet Davutoğlu, 1984 yılında Boğaziçi Üniversitesinin Siyaset Bilimi ve Ekonomi bölümlerinden mezun olduktan sonra, aynı üniversitede Kamu Yönetimi Bölümünde yüksek lisans, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünde de doktorasını tamamlamıştır. 1990 yılında, Malezya International Islamic University’de yardımcı doçent unvanı ile çalışmaya başlamış, bu üniversitenin Siyaset Bilimi bölümünü kurmuş ve bu bölümün başkanlığını yürütmüştür. 1999 yılında profesör olan Davutoğlu, Marmara Üniversitesi, Beykent Üniversitesi, Silahlı Kuvvetler Akademisi ve Harp Akademilerinde ders vermiştir.

Tarihe ve kimliğinin kökenlerine olan merakı özellikle  İstanbul Erkek lisesi yıllarında başlamıştır. Türk edebiyatı ve tarihinin yanı sıra, Alman hocalarının teşvikleriyle Batı kültür ve medeniyetinin temel eserlerini de incelemiştir. İstanbul Erkek Lisesinin ikili kültür yapısı sayesinde, hem katı Alman disipliniyle tanışmış, hem de Cumhuriyetin eski kuşak öğretmenlerinden ders alma fırsatı yakalamıştır. Öğrencilik yıllarında, siyasi gruplara katılmamış, daha çok vaktini okuma ve araştırmayla geçirmiştir. İslam ve Osmanlı-Türk kültürünün yanı sıra, Batı düşüncesiyle de yakından ilgilidir.

Dış politika konusunda Türkçe ve İngilizce kaleme aldığı çok sayıda eseri bulunan Davutoğlu’unun eserleri Japonca, Portekizce, Rusça, Arapça, Farsça ve Arnavutça başta olmak üzere çeşitli dillere tercüme edilmiştir. İngilizce, Almanca ve Arapça bilmektedir.

3 Kasım 2002 yılında yapılan genel seçimlerin ardından Başbakan Başmüşavirliği ve Büyükelçilik görevine atanan Davutoğlu, 1 Mayıs 2009 tarihinden beri Dışişleri Bakanlığı görevini sürdürmektedir. Milletvekili olmayan Davutuğlu AK Parti hükümetinin parlamento dışından kabinede görev alan ilk bakanıdır.

Erdoğan Doktrini ve Ahmet Davutoğlu

Erdoğan Doktrini adı altında incelediğimiz AK Parti iktidarı dönemindeki dış politika konseptinin ana mimarlarındandır.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yürütmenin başıdır. Dış politika kararlarlarında, fikrine başvurduğu kişi veya kişilerin bu kararların oluşmasında çok ciddi katkıları vardır.
Ahmet Davutoğlu’nun AK Parti hükümeti dönemindeki dış politikalarda, teorisyenlik misyonu olduğunu söyleyebiliriz. Dış politika yaklaşımının kavramsal bir çerçeveye oturtulması, hedef ve planların belirli bir kalıba oturtulması noktasında son derece etkili olmuştur. Dışişleri bakanlığı görevine geldikten sonra, fikri plandaki katkılarının yanı sıra, uygulamada da önemli bir rol almaktadır. Pek çok Batı’lı yazar, kendisini AK Parti dış politikasının ana mimarı olarak görmektedir.
Dış politikada bürokrat kökenli olmaması, geleneksel kalıp ve reflekslerden masun kalmasını sağlamıştır. Davutoğlu’nun Erdoğan Doktrininin ayırt edici bir dış politika konsepti olarak ortaya çıkmasında rol oynaması, kemikleşmiş dış politika anlayışıyla sınırlandırılmamış olarak, kendi dış politika tahlil ve telakkisini serazat bir şekilde geliştirmiş olmasından kaynaklanmaktadır.

Türkiye’nin uluslararası sistemdeki yeri hakkındaki genel hatların tespit edildiği Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik isimli kitabından Türk dış politikası ile ilgili şu genel yaklaşımları öğreniyoruz:


Türkiye, bölgesinde başarılı olursa, ABD, AB ve bütün dünya için vazgeçilmez ülke olur. Türkiye ancak kültürel ve tarihi mirasına sahip çıkarak saygın bir ülke haline gelebilir. Türkiye tekdüze değil, çok boyutlu dış politika takip etmelidir.

Türkiye’nin PKK ve Kıbrıs gibi kronikleşmiş sorunları, dar çerçeveli bir yaklaşımla değil, küresel boyuttaki karmaşık bağlantılarıyla ve bütün ekosistemiyle beraber ele alınarak çözülebilir. Bu da, Türkiye’nin güçlü olmasıyla orantılıdır.
Ticari anlamda Türkiye’nin, karşılıklı bağımlılık temelinde karmaşık ticari ilişkiler geliştirmesi, pek çok uluslararası aktörün yararına olacaktır. Türkiye enerji güzergahlarını da elinde bulundurursa, her kes Türkiye’deki istikrarın devamından yana olacaktır.

Netice olarak, Ahmet Davutoğlu’nun, merkez ülke olabilmesi için Türkiye’nin için ait olduğu medeniyet değerlerine sırt çevirmemesi gerektiğini vurgulamış olması doğrudur. Ancak, NATO, Afganistan, Irak, AB üyelik perspektifi, İsrail’le ilişkiler ve benzeri konulardaki tutumu gösteriyor ki, Ahmet Davutoğlu’nu kuru bir İslamcılıkla itham etmek yanlış olacaktır.

Erdoğan Döneminde Türkistan Politikası

Erdoğan hükümetinin dış politika sahasındaki genel başarıları yanında, Türk Dünyasına yönelik politikalarının yeterli olmadığı görülmektedir.

Bu durumun çeşitli sebepleri vardır: İç politikadaki çekişmelerde kaybedilen zaman ve enerji, Türk Dünyasından önce ivedilikle ele alınması gereken konuların çokluğu, geçmişteki politikaların Türkiye’ye yönelik Türk Cumhuriyetlerinde oluşan çekimserlik, bölgeyle ilgili bölgesel ve uluslararası rekabet gibi.

Türk Cumhuriyetleri, Türkiye ile aynı ırk, dil ve dindendir. Bölge, enerji kaynakları bakımından dünyanın önemli merkezlerindendir.

Erdoğan Doktrini, dış politikaya salt milliyetçilik veya fantastik Turancılık anlayışıyla yaklaşmamaktadır. Zaten, Türkiye’nin realpolitik mülahazaları açısından, böyle bir tasavvurla geliştirilecek siyasetlerin sağlıklı olmayacaktır. Fakat, Türk Dünyası, dört başı mamur bir stratejik konsept çerçevesinde ele alınırsa, Türkiye Cumhuriyetine çok ciddi anlamda güç katacaktır.

Türkistan Birliği

Türkistan Birliği, Türk Cumhuriyetleri arasında Avrupa Birliği benzeri bir birliğin kurulması anlamında kullanılmaktadır. Söz konusu projeyi, bugün pek çok kimseye uzak bir ihtimal ve hatta imkansız bir ideal olarak ele almaktadır.

Avrupa, elli yılda insanlık tarihinin en kanlı iki savaşını tecrübe etmiştir. Adeta, taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmamıştır. Milyonlarca insan kaybedilmiş, şehirler ve beldeler yıkılıp harap olmuştur. Fakat aynı Avrupa, yine elli yıllık bir süre zarfında, insanlık tarihinin bugüne kadar müşahede ettiği en muazzam müessese olan Avrupa Birliği’ni inşa etmiştir.

Dil, ırk ve din bakımından bir birinin düşmanı olan ve düne kadar birbirini boğazlayan Avrupalılar bugün liberal demokrasi ilkeleri etrafında bir refah adası haline gelebiliyorsa, Türk dünyasının benzer bir bütünleşme (entegrasyon) sürecine girmesi çok önem arz etmektedir. Avrupa Birliği ile kıyaslandığında, Türkistan Birliği’ni inşa etmek işten bile değildir.


Türkistan Birliğinin kurulması, Türkiye’nin liderliğinde gerçekleşmelidir. Türkiye, Türk devletleri içinde en demokratik olanıdır. Türkistan Birliği hedefi, Türk dünyası ile alakalı devlet politikası haline getirilmelidir. Bir taraftan, (yukardan) devlet yöneticileri nezdinde girişimlerde bulunulurken, diğer yandan da sivil toplum (alttan) bu ideal doğrultusunda bilinçlendirilerek desteklenmelidir.


Recep Tayip Erdoğan hükümetinin Türk Cumhuriyetlerine yönelik takip edeceği dış politika noktasında, Türkistan Birliği hedefinin berisinde kalacak her türlü başarı eksik ve yetersiz olacaktır.


En realist bir değerlendirmeyle, Türkistan olmadan, Türkiye’nin 2023, 2053 ve 2071 hedeflerine ulaşması ve cihan devleti olmasının çok zor olduğunu söyleyebiliriz. Küresel ve bölgesel aktörler, Türkistan Birliğinin kurulmasına karşı çıkacağı aşikardır. Ancak manilerin çokluğu, hedefin kutsiyet, ehemmiyet ve aciliyetini daha da artırmaktadır.

Türkiye, Erdoğan Doktrini kapsamında takip edilen çok boyutlu dış politikayı terk etmemelidir. Türk Dünyası, Türkiye’nin çok eksenli dış politikasında en önemli nüfuz sahalarından biri olabilir. Jeopolitik ve jeostratejik bir değerlendirme yapılırsa, hiçbir bölgenin Türkistan kadar kültürel, tarihi, siyasi, ekonomik ve her bakımdan, Türkiye’ye stratejik derinlik sağlamadığı görülecektir.

Türkistan Birliği hedefinin gerçekleştirilmesi noktasında, uluslararası konjonktür, hiçbir zaman bu kadar müsait olmamıştır. Bölgesel oluşumlar, ticaretin artırılması, vizelerin kaldırılması, gümrüklerin sıfırlanması, bütünleşme, demokrasi, insan hakları gibi değerler Türkistan Birliği fikrini besleyecek kaynaklardır. Türk Cumhuriyetleri de, komünizmden liberal-demokratik rejimlere dönük dönüşüm sürecindedirler. Ayrıca, yetmiş yıl boyunca sömürüldükleri Rusya’nın nüfuzundan da kurtulmak istemektedirler. Türkiye bu alternatifi oluşturabilecek kapasitededir.


Türkistan Birliği ülküsünü göz ardı eden her hükümet, Türk tarihinde bir vicdan azabı olarak yaşamaya mahkumdur.

İran işin neresinde?

Erdoğan Doktrini, medeniyet temelinde dış politikadır. Daha önceki yazılarımızda da ifade edildiği üzere, medeniyetten kasıt, Türk-İslam medeniyetidir.


İran olmasaydı, Viyana fethedilirdi!


Türklerle İranlıların ilişkileri bu iki milletin İslamiyeti kabul etmeleri ve Türklerin Orta Asya’dan batıya akın etmesiyle başlamıştır.

İlişkilerin tarihine bakıldığında, Türklerle İranlılar arasındaki ilişkilerin genel anlamda dostane olmadığı görülecektir. İranlılar (Acem), özellikle 16. yüzyılda Safevilerin İran’da hakim olmasıyla beraber, Osmanlı devleti ile defalarca savaşmışlardır. Ne zaman Osmanlılar Avrupa’ya doğru sefere çıksa, İran’ın arkadan vurmasıyla ilerleme sekteye uğramıştır. Denebilir ki, bütün Osmanlı dönemi boyunca, Türklerin Avrupa’daki ilerleyişi önündeki en büyük engel İran’dır.
Türkiye, İran halkına karşı mı?
Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.
İran’da ise teokratik bir rejim vardır. Demokrasi yoktur. Kişi hak ve özgürlüklerinden kesinlikle söz edilememektedir. İran İslam Devriminden beri, mollaların baskıcı politikalarına karşı çıkan İran halkı, acımasızca bastırılmaktadır. Rejim muhalifi milyonlarca İranlı, ülkelerini terk ederek dünyanın çeşitli ülkelerine dağılmış durumdadır.
Bu durumda, İran yönetimine verilecek her türlü destek, teokratik rejiminin kıskacındaki İran halkının aleyhinde olacaktır.
Erdoğan, Erbakan’ın izinde mi?
Humeyni İran’da İslam devrimini gerçekleştirince, tarihi iyi okuyamayan ve devrim ideolojisinin hedefini anlamayan kimi çevreler, Humeyni’ye büyük bir heyecan ve romantizmle yaklaştılar. Fakat gelinen nokta itibarıyla, İran rejiminin Türkiye’nin aleyhine gelişim göstermekte olduğu görülmüştür.
İran İslam Cumhuriyetinin resmi ideolojisinin temeli, Orta Doğu bölgesinde İran liderliğinde ve Şiilik temelinde hegemonya kurmaktır. Suriye, Irak, Lübnan, Filistin, Afganistan, Tacikistan ve Körfez ülkeleri, birinci derecede İran tehdidi altındadır. İran dış politikası dikkatle incelenirse, Türkiye bir İran kuşatmasıyla karşı karşıyadır.
AK Parti hükümetinin takip ettiği dış politikanın, kendisinden önceki dönemlerden farklı olduğunu önceki yazılarımızda inceledik. Söz konusu dış politika konseptiyle, Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada çok önemli bir aktör olma yolunda ilerlediğini tespit ettik. Ancak İran politikasında ne yazık ki, AK Parti iktidarının “milli görüş”ün etkilerinden tam olarak arınamadığı görülmektedir.
İran mı Batı mı?
İran nükleer silaha sahip olduğu takdirde, en başta Türkiye tehdit altında olacaktır.
Elbette ki, Türkiye İran’la doğrudan bir çatışma içine giremez. Veya komşusunda istikrarsızlık veya savaş da istemez. Fakat laiklik, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi değerlerden yoksun olan bir rejime destek olmak, her şeyden önce İran halkına çok ciddi bir haksızlık olacaktır.
İran’ın yanında yer alarak İslam dünyasında elde edilecek saygınlık ve İran rejiminin güçlenmesinin Türkiye için meydana getireceği olumsuzluk karşılaştırıldığında, Türkiye’nin ABD ve Avrupalı devletleri karşısına alma pahasına İran’ı desteklemesinin yarardan çok zarar getireceği görülmektedir.

——-

Serâzât.com’da; sadece Necip YILDIRIM’ın şiir ve makaleleri yer almaktadır. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz ve neşredilemez.

Ads