
Ticaret yapıyordu. İyi işleyen, güzel kâr getiren bir işyeri vardı. Akşama kadar kasa bekçiliği yapıyor, para tahsil ediyor, çalışanları gözetliyor, müşterilere gülümsüyordu. Akşam olunca eve vardığında biraz dinlenirim diye umut ederken çocukların gürültüsü, dersleri için yardım istemeleri, karısının şikayetleri kafasını iyice şişiriyordu. Bu ev halkı kendisini hiç anlamıyordu. Dışarıda ne iş yaptığından ne kadar yorulduğundan sanki bihaberdiler. Sabah olduğunda gün doğmadan daha da yorulmuş olarak işe gitmek için kendisini sokağa atıyordu. İş yerine varıncaya kadar trafik çilesi de hediyesiydi.
Bir gün bir arkadaşıyla böyle dertleşirken;
– Sen kendine bir garsoniyer açsana.
– Garsoniyer ne?
– Gerçekten sen garsoniyerin ne olduğunu bilmiyor musun?
– İlk defa duyuyorum. Her halde bu lokanta garsonları ile ilgili bir şey değildir.
– Değildir, anlatayım, senin gibi evde dinlenemediğinden şikâyet eden insanlar kimsenin bilmediği bir ev açıyorlar. Daha çok güvenlikli, şifre ile girilebilir sitelerde bir artı bir ev tercih ediliyor. Dayayıp döşüyorlar. Genç bir hanım buluyorlar. Bu eve yerleştiriyorlar. Kadının bütün ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Maaş kadar harçlık da veriyorlar. Bu kadının işi, işten yorgun argın, evin stresinden bîtap düşmüş kimselere eve geldiğinde ona arkadaşlık etmek, sohbet etmek, gönlünü eğlendirmektir. Kendi durumuna, evindeki baskının derecesine göre haftada birkaç gün bu eve gelir, dinlenir, ertesi gün işine gider.
Bu fikir adamın kulağına gayet hoş geldi. Ben de mi böyle yapsam diye düşünmeye başladı. Maddi imkânı vardı. Ev alabilir, döşeyebilirdi. Ancak gönül eğleyecek, konuşup sohbet edebilecek kadını nerden bulacaktı. Arkadaşına sordu; “Bu işin de pazarı var. Ben sana bulurum” dedi.
Kısa zamanda güvenlikli bir sitede bir ev aldı. Dayadı döşedi. Sipariş üzerine arkadaşının bulduğu kadınla tanıştı anlaştılar. Kadını eve yerleştirdi. Artık O’nun da bir garsoniyeri vardı. Haftada bir iki gün işten çıktıktan sonra yeni evine uğruyor, her zamanki gibi zilin ilk çalışında kapı açılıyor, güler bir yüzle, sakin bir evle karşılaşıyordu. Bir iki saat içinde günün yorgunluğunu üzerinden atıyordu.
Her günkü saatten daha geç gelmesi ev halkı tarafından ilk zamanlar fark edilmedi bile. Daha sonraları karısı fark etti. Sorgulamaya başladı.
– Daha önce hiç geç kalmazdın, nereye takılıyorsun?
– İşyerindeki komşularla takılıyoruz bazen, bazen de iş görüşmeleri oluyor.
– Şimdiye kadar iş görüşmeleri olmuyor muydu?
– Şimdiye kadar iş görüşmelerini gündüz yapıyordum ama şimdi işlerimiz yoğunlaştı, gündüz fırsat bulamıyoruz.
Diye geçiştirmeye çalışsa da inandırıcı olmadığını kendisi de biliyordu. Karısının bu şüphelerinin altında aldatma korkusu vardı. Bu nedenle bu işin burada bitmeyeceği anlaşılıyordu.
*****
Garsoniyerde de işler eskisi gibi değildi. Kadın, gülün vazoda durduğu gibi durmuyordu. Adamın kendisine âşık olduğunu söylediğinden beri arzularının çıtasını gittikçe yükseltiyordu. Arzularını yerine getirmediği zaman da zili ilk çalışta kapıyı açsa da artık o eski güler yüz, zarafet, kibarlık, hizmet kalmamıştı. Kapıyı açar açmaz arkasını dönerek hızlı adımlarla salona geçip koltuğa oturuyor, bacak bacak üstüne atıp yüzünü çevirip asıyor, hoş geldin bile demiyordu. Adam sebebini sorup gönlünü almaya çalıştığında da “Hani beni seviyordun, bana âşıktın, boşanıp benimle evlenecektin” diyordu. Halbuki adam böyle bir şey dediğini de hatırlamıyordu. Gönlünü almak için belki kendisini sevdiğini söylemiş olabilirdi. Ama boşanacağım, seninle evleneceğim sözünü asla söylememişti. Hem nasıl boşanacaktı. Beş tane çocuğu vardı. Kurulu bir düzeni vardı. Karısını seviyordu. Böyle bir işe girişmesi sadece ara sıra sakin bir evde dinlenmek, gönül eğlendirmekti. Şimdi ise çok büyük bir hataya düştüğünü, arkadaş kurbanı olduğunu anlıyordu.
Kötü arkadaş, şeytandan daha tehlikelidir. Şeytan insana vesvese verir. Bu vesveseye karşı “euzubillahimineşşeytanirracim” dendiği zaman uzaklaşıp gider. Ama kötü arkadaş öyle değildir. Kötülüğüne bulaştırmadan bırakmaz. Onun için kötü arkadaş edinmemelidir. Kötü arkadaş olduğunu anladığı anda bırakmalı, ilişkisini kesmeli, çocuklarını da kötü arkadaştan uzak tutmalıdır demişlerdir âlim zatlar. Mevlânâ da “Herkesin, her şeyin kendisine muhtaç olduğu, lâkin kendisinin hiçbir şeye ihtiyacı bulunmayan Allâh’ın tertemiz zâtına yemin ederim ki, kötü yılan, kötü dosttan iyidir!” “Kötü yılan, insanın canını alır. Fakat kötü dost, insanı ateşe atar, yakar yandırır!” “İnsan, konuşmasa bile, kötü arkadaşından huy kapar! Gönül gizlice onun ahlâkını alır, benimser; onun kötü ahlâkını kendisine ahlâk edinir!” “Doğruluktan nasibi olmayan, sermayesi bulunmayan arkadaş; sana gölgesini düşürür, senin sermayeni de alır gider!” demiştir.
Garsoniyer dilberi artık yavaş yavaş kendisini tehdit etmeye de başlamıştı. Eğer arzularını, isteklerini kabul etmezse karısına her şeyi anlatacağını, görüntüleri göndereceğini söylüyordu.
Adam bu işten nasıl sıyrılacağım diye düşünüyor, ama bir çare, bir çözüm de bulamıyordu.
Garsoniyerde huzur kalmamıştı. Oraya bir müddet gitmemeye karar verdiyse de bunun bir çare olmadığını kadının tehditlerinden anladı.
******
Bir akşam istemeyerek de olsa eski huzurunu özlediği garsoniyere gitti.
Kadınla herşeyi konuşup bu işe bir son vermeyi umuyordu. Ne kadar para isterse verecekti. Evin tapusunu da verecekti. Kadının eninde sonunda dünya malına dayanamayıp kabul edeceğini düşünüyordu. Fakat öyle olmadı. Her zamankinden daha şiddetli bir tartışma koptu. Adam, sinirinden şuurunu kaybeder hale geldi. Ne olduysa ondan sonra oldu.
*******
Polis karakolunun kapısında uzun namlulu silahlarla iki polis memuru nöbetteydi.
Gecenin geç bir vaktiydi. Bir adam silüeti belirdi. Karakola doğru geliyordu. Her halinden zor durumda olduğu anlaşılıyordu. Polislerin önüne kadar geldi. Bitkin bir halde;
– Ben dostumu öldürdüm dedi. Polis memuru da şaşırmış bir vaziyette, içinden “adam deli mi ne” dercesine, odasını tarif ederek başkomiserine gönderdi.
Başkomiser, sözlü ifadesini aldı. Adam;” Filan adrese bugün dostumla buluşmaya geldim. Biraz tartıştık. Bana ” Böyle gizli gizli buluşmak artık hoşuma gitmiyor, sen beni “boşanacağım, seninle evleneceğim” diye oyalıyorsun. Ama bir adım atmıyorsun. Canın çektiği zaman geliyorsun, bir daha da sonraki buluşmaya kadar ortada yoksun. Artık böyle olmasını istemiyorum dedi. Bana hakaret etmeye başladı. Erkekliğime laf etti, korkağın tekisin, senden hiçbir şey olmaz, seni terk edeceğim, ama seni de batıracağım dedi. Beni çok sinirlendirdi, kendimi kaybettim, ne yapacağımı bilemez halde mutfağa yöneldim, bıçağı alıp koltukta oturan dostumun böğrüme sapladım. Kadın koltuğa yığıldı ve sustu. O anda kendime geldim. Ben ne yaptım dedim. Telaşla karakola gelmemin en iyisi olduğuna karar verdim. Ölüp ölmediğini de bilmiyorum.
Belki de halen yaşıyor” dedi. Başkomiser bu ifadeyi zapta geçirip imzalatmadan ” acaba kadını kurtarabilir miyiz düşüncesiyle adamla birlikte hemen olay yerine doğru hareket etti. Nöbetçi savcıya da haber verdi. Savcı failin ifadesini zapta geçirip imzasını almayı ihmal etmeyin, olay yerindeki delilleri tesbit edin, özellikle bıçağı ellemeyin, biz de doktorla birlikte olay yerine geliyoruz dedi.
Başkomiser olay yerine vardığında kadının ölmüş olduğunu gördü. Ancak böğründe saplı bıçak yoktu. Bıçağı ne yaptın diye sorduğunda ” korktum, bıçağı çıkardım, gelirken koruluğun içine fırlattım, ancak nerede fırlattığımı hatırlamıyorum, dedi.
Olay yerinde nöbetçi savcı nezaretinde olay yeri tesbit ve otopsi tutanağı tanzim edildi. Doktor; “kadının göğsüne aldığı darbeyle iç kanama sonucu öldüğü, kesin ölüm sonucunun belirlenmesi için cesedin adli tıp morguna kaldırılması gerektiğini söyledi.
Başkomiser faili beraberinde karakola getirdi, ifadesini zapta geçti. O sırada fail bir yakını ile konuşmak için müsaade istedi, başkomiser de suçunu itiraf eden failin telefon görüşmesinde bir sakınca görmedi. Telefon görüşmesinden sonra ifadesini imzalamasını istediğinde, “ifadeyi okuyabilir miyim?” dedi. İfadesini okuduktan sonra “ben bu ifadeyi imzalamam, ben böyle söylemedim, ben öldürdüm demedim, benim elimden bıçağı aldı ve böğrüne sapladı dedim. Siz yanlış yazmışsınız” dedi. Başkomiser bu olaya şaşırmakla birlikte yeniden failin istediği gibi bir ifade tutanağı yazarak imzalattı. Ertesi gün dosyası tamamlanarak nöbetçi Sulh Ceza hâkimine gönderildi ve tutuklandı.
*******
Hâkim bey Ağır Ceza Mahkemesinin o günkü duruşma dosyalarını inceliyordu. Bir tanesi tekemmül etmiş bir cinayet dosyasıydı.
Bilgisayarını açtı.
Adliyede artık daktilo ve tozlu dosya devri kapanmış, bilgisayar dönemi başlamıştı. Devlet her kâtibine bir masaüstü bilgisayar ve her hâkimine ve savcısına bir notebook, yani taşınabilen, şarjlı, şarjı üç saat dayanabilen bilgisayar vermişti. Hemen arkasından halk eğitim merkezinde bilgisayar kursu tertip etmişti. Hâkimler ve savcılar haftada üç gün bilgisayarlarını koltuklarına alarak uslu öğrenciler gibi üç ay boyunca mesaiden sonra kursa gitmişlerdi. O zamana kadar, savcılardan hâkimlerden bilgisayarı olanlar parmakla gösterilecek kadar azdı. Hâkim bey kursu çok ciddiye almış, öğretmenini can kulağı ile dinleyerek notlar almış, aynı zamanda notları evde bilgisayar üzerinde tatbik ederek aklına takılan hususları da derste öğretmene sormuştu. Önceleri bilgisayardan korkuyordu. Tuşlarına bastığında içine düşecekmiş hissine kapılıyordu. Acaba yanlış bir tuşa basarım, bilgisayar bu yüzden yanar, silinir, bozulur endişesi taşıyordu. Bazen çok komik olaylar olmuyor değildi. Bir arkadaşı evde bilgisayarını açmaya çalışmış ama açamamış, bilgisayar bozuldu endişesiyle lojmanın yakınında bulunan tanıdığı bir bilgisayar tamircisine götürmüş, tamirci bilgisayarı alıp şarj kablosunu prize takmış, bilgisayar açılmış. “Hâkime hanım bu bilgisayar bozulmamış, sadece şarjı bitmiş” demiş. Hâkime hanım bu olayı anlatırken “hiç bu kadar utanmamıştım” demişti. Kurstan sonra bilgisayarı açıp kapatacak, yazı yazacak, not alacak, notları dosyalayacak, dosyalara klasör açacak kadar öğrenmişlerdi.
Hâkim bey bugünkü cinayet dosyası ile ilgili bilgisayarındaki notlarına bir göz gezdirdi. Aslında basit bir cinayetti. Basit derken ağır ceza dilinde kâtilin kim olduğu belli olan, girift olmayan, hüküm kurulması kolay olan dava denmek isteniyordu.
Basit olan bu dosya, bazı soruşturma hataları nedeniyle karmaşık hale gelmişti. Başkomiser, failin ilk beyanını muhafaza edip altına “beyanını imzadan imtina etti” diye not düşüp notunu imzalaması ve kâtip polise de imzalatması gerekirken bunu yapmayıp yeniden ifade alması hatalı olmuştu. Faile telefon ile arama izni vermemeliydi. Verse bile kendisi de konuşmayı dinlemeliydi. Adamın konuştuğu bir astsubay arkadaşıydı. Faile “hiçbir tanık olmadığına göre senin savunman esastır, itiraf etme, inkâr et” talimatını verebileceğini düşünmeliydi.
Sanığın duruşmada da inkârını sürdürmesi üzerine karakolda nöbet tutan iki polis ve başkomiser dinlenmiş, ifadelerinde sanığın ilk ifadesini teyit etmişlerdi.
Adli tıp raporu gelmiş, yaralanmanın bir tarafı kesici, bir tarafı künt, uç kısmına doğru gittikçe incelen bir âletle gerçekleştiği, âletin vücuda göğüs bölgesinden, kalp hizasında doksan derecelik bir açıyla giriş yaptığı, tek darbe olduğu, kalbe ulaştığı, kalbin yaralanmasına neden olduğu, kesin ölüm sebebinin iç kanamayla beraber kalp yaralanması olduğu, intiharlarda görülen tereddüdü gösteren başkaca yaralanma izi olmadığı, kesici delici aletin giriş açısı, göğüs bölgesinden tek darbeyle kalbe ulaşması nedeniyle vakanın cinayet olabileceğinin değerlendirildiği tesbit edilmişti.
Son duruşma başladı. Son sözler soruldu. Savcı esas hakkında: sanığın kasten öldürmek suçundan TCK’nın 448. maddesi gereğince cezalandırılması mütalaasında bulundu. Kısa kararın hazırlanması için duruşmaya ara verildi.
Celse arasında yapılan müzakerede sanığın suçu işlediğinde, vakanın cinayet olduğunda tereddüt yoktu. Eğer iddia edildiği gibi intihar olsaydı, sıcağı sıcağına karakola gelen sanık “ben dostumu öldürdüm” demezdi. “Dostum intihar etti” derdi. Kendini bıçaklayan maktulün göğsünden bıçağı kendisi çekmez ve bıçağı ortadan kaldırmazdı. Adlı tıp raporu da nazara alınarak Ağır Ceza Mahkemesi heyeti gönül rahatlığı ile suçun cinayet olduğu, sanığın cinayet suçundan cezalandırılması gerektiği noktasında hemfikir oldu.
Celse başladı. Başkan “yaz kızım” dedi. Kâtip toparlandı. On parmağını daktilonun tuşları üzerinde gezdirmeye başladı.
GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ; (Herkes ayağa kalktı. Çünkü hüküm açıklanırken herkesin ayakta dinlemesi kânun emri idi.)
-Sanığın kasten maktulü öldürdüğü kesin kanaatine varıldığından Türk Ceza Kanunu 448. maddesi gereğince 24 yıl ağır hapis cezası ile cezalandırılmasına,
– Sanığın duruşmadaki saygılı tutum ve davranışları göz önünde bulundurularak cezasının takdiren altıda bir nispetinde indirilerek neticeten 20 yıl ağır hapis cezası ile cezalandırılmasına dair mütalaaya uygun, oy birliği ile verilen karar açıkça okunup anlatıldı.
Sanık hareketsiz ve duygusuz bir halde hükmü dinledi. Başkanın “çıkabilirsiniz” sözü üzerine iki jandarma sanığın koluna girerek duruşma salonundan çıkarmaya çalışırken, sanık iki jandarmanın arasında, mahkeme heyetine dönerek, onları can evinden vuran cümlesini söyledi:
“Ben bu suçu işlemedim. Sizi Allaha havale ediyorum.”
Hâkim bey dahil, bütün heyet sonraki duruşmaya kadar kısa bir süre âdeta donup kaldı. Aradan yıllar geçmesine rağmen hala sanığın bu sözünü hatırladığında “acaba gerçekten bu davada Allaha havale edilmeyi hak ettik mi?” diye kendi kendine sordu. Şimdi ise hâtıralarını yazarken bu cümleyi heyet olarak hak edip etmediklerini değerli okuyucularının vicdanına bırakıyordu.
——-
Yazarın son üç hatıra yazıları:
Mahkemede Aklansın
Allah Her İkisinin De Belasını Versin
Bir Gecede Bembeyaz Oldu
——-
Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.