HatıraHayatHikaye

Karanlıkların Merhamet Avcısı

Puslu, yağmurlu, karanlık ve soğuk geceleri seviyordu. Böyle gecelerde çıktığı avdan hiç eli boş dönmemişti.

Bu gece de öyle bir geceydi. Önce hazırlanması gerekiyordu. Aynanın karşısına geçti. Beline kadar inen siyah saçlarını açtı, biraz da dağıtarak arkaya saçtı. Serbest kalan saçları şelale gibi beline doğru aktı. Yüzünü seyre daldı. Kendini güzel buluyordu. Kara ve iri gözleri, oldukça beyaz, hafif oval bir yüzü, geniş bir alnı, tabii ve dolgun dudakları, gülümseyince inci gibi dizilen dişleri vardı. Bu güzelliğin kendisine Allah vergisi olduğunun, asıl olanın ise ten güzelliği değil baht güzelliği olduğunun şuurunda idi. Hemcinslerine göre uzun boylu sayılırdı. Bu güzellik ve endam avlarında kendisine oldukça yardımcıydı.

Mavi renkli, üzerinde kırmızı karanfil deseni olan, pileli ve boydan boya ayaklarına kadar inen en sevdiği av elbisesini giydi. Yürürken, dururken ölçülü vücut hatları belli belirsiz görülebiliyordu.

Saate baktı. Gecenin on ikisine geliyordu. Yağmur şiddetini arttırmıştı. Ayakkabılarını giydi. Dışarı çıktı. Yavaşça kapıyı kapattı. Sahile indi. Kız Kulesinden Harem’e doğru yürümeye başladı. Yağmur, saçlarının dibine hemen ulaştı, damlaları yüzünden aşağı akmaya başladı. Pileli elbisesi de kısa bir süre sonra ıslandı ve vücudunun belirgin yerlerine yapıştı. Otogara yaklaşınca kendisine kaldırım üzerinde münasip bir yer seçti. Yüzünü yola döndü. Durduğu yer, virajı dönen her arabanın en önce kendisini görebileceği bir yerdi. Karşıda Salacak yamacının çamlık ormanı bir ressamın tablosu gibiydi. Gecenin karanlığında gelip geçen arabaların farlarıyla bir görünüp bir kayboluyordu. 

Arkası ise boğazın ve halicin Marmara deniziyle buluştuğu yerdi. Suyun üzerinde, Topkapı sarayının ışıklarının oluşturduğu yakamozlar titreşiyordu.

Loş karanlıkta, hareketsiz, boynu bükük görüntüsü uzaktan bakınca Yunanlıların putları olan tanrıça heykellerine benziyordu.

***

Gece geç vakte kadar çalışan iş adamı, yorgun argın arabasına bindi. Artık dinlenmeye ihtiyacı vardı. Evinde tek başına yaşıyordu. Karısından boşanmıştı. Çocukları ise okumuş, evlenmiş, iş sahibi olmuşlardı. Evi, sadece otel odası gibi kullanıyordu. Bir zamanlar şen şakrak, neşe dolup taşan ev iyice sessizliğe bürünmüştü. Şimdi düşündüğünde boşanmalarının sebebini bile hatırlamıyordu. Demek ki incir çekirdeğini doldurmayacak bir sebepten boşanmışlardı.

Bu düşüncelerin yoğunlaştığı bir sırada sahil yolundan kız kulesini geçti. Yağmur gittikçe hızlanıyor, silecekler yetişmiyordu. Karanlık ve içe işleyen bir İstanbul soğuğu vardı. Birdenbire yol kenarında, kaldırım üzerinde belli belirsiz bir kadın silüeti fark etti. Hareketsiz duruyordu. Bu yağmurda, bu karanlıkta, bu soğukta ne işi vardı bu kadının yol kenarında.

Birden içindeki merhamet damarı kabardı. Bu kadının yardıma ihtiyacı olabilirdi. En azından gitmek istediği yere götürebilirdi. Kim bilir belki de yolda kalmıştı. Gecenin bu vaktinde minibüsün işlemediğinin farkında bile değildi.

Gerçi bu büyük, gizemli şehrin tehlikelerle dolu olduğunu, öyle yolda bekleyen tanımadığı kimseleri arabasına almaması gerektiğini, başına her türlü kötülüğün gelebileceğini hikayeleriyle birlikte çok duymuştu. Ama bu gece bu öğütlere kulağını tıkayacağı anlaşılıyordu. Hem bu kadının kıyafetine bakılırsa köylü gibi duruyordu. Üzerinde taşıdığı çantası bile yoktu. Yavaşlayıp daha da yaklaştığında ıslanmadık yeri kalmadığını fark etti. Gayri ihtiyari kadının önünde durdu. Ön camı yavaşça açtı. Kadın, adamın kendisine bir şey söyleyeceğinden emin biraz eğilip camdan içeri adama baktı. Adam;

– İsterseniz gideceğiniz yere bırakabilirim.

– Çok teşekkür ederim.

Kadın hemen kapıyı açtı. Arka koltuğa yerleşti. Orta koltuğu seçmişti. Böylece adamın yüzünü ve hareketlerini daha iyi takip edebilecekti.

Adam kadını dikiz aynasından süzdü. Mahcubiyet ve tedirginlik taşıyan saf ve temiz bir yüzü vardı.

– Nereye gideceksiniz?

– Benim gidecek bir yerim yok, nereye isterseniz.

Adam bu cevaptan biraz tedirgin oldu. Bu cevap bu kadının doğru bir istikamette olmadığını gösteriyordu ama yine de merhamet damarını dinledi. “Belki de öyle değildir. Gerçekten gidecek yeri de olmayabilir. Belki de ihtiyaç sahibidir. En iyisi bunu evime götüreyim. Eğer çaresiz ve ihtiyaç sahibi ise yardım da ederim” diye düşündü. Kadının düştüğü bu durumun sebebini merak etmeye başladı. Ama sormadı. Nasıl olsa sonradan ortaya çıkardı.

Kadın da dikiz aynasından adamın yüzünü incelemeye başladı. Birden hayretler içinde kaldı. Yıllardır hiç görmediği babasına ne kadar da benziyordu. Ama o olması mümkün değildi. Bunu biliyordu. Bu benzerlik bile babasından ne kadar çok nefret ettiğini kendisine hatırlatmıştı. Anne ve babasının tek kızıydı. On iki yaşına kadar çok mutlu bir aile idiler. Annesi ve babası birbirlerini çok seviyorlardı. Birbirlerine “aşkım” diye hitap ediyorlardı. Kendisi bundan gurur duyuyordu. Bu, tarifsiz aşkın meyvesi olan kendisine de sevgi olarak yansıyordu. Hiçbir dediğini ikiletmiyorlardı. Çoğu zaman programlarını kızlarına göre ayarlıyorlardı.

Ortaokula başladığı yıldı. Anne ile babasının aralarında hiç anlamadığı, hiç de bilemeyeceği bir soğukluk başladı. Önceleri birbirleriyle konuşmamaya, bir arada bulunmamaya gayret ediyorlardı. Annesi kahvaltısını hazırlıyor, beraber yedikten sonra kendisini okula bırakıp işine gidiyordu. Babası ise biraz daha geç işe gidiyordu. Annesine, babasının kendileriyle birlikte kahvaltı yapmadığını sorduğunda, “O artık biraz geç işe gidecek. Biraz daha uyusun, uyandığında kahvaltısını yapar.” diyordu.

Bir müddet sonra odalarına çekilip kendisi duymasın diye kısık sesle tartışmaya başlamışlardı. Sesleri her seferinde daha da yükselmiş, bırakın kızlarını, komşuları bile rahatsız olmaya başlamışlardı. Artık her ikisi de biricik kızlarını umursamaz olmuşlardı. Kavgaları başladığında kedi yavrusu gibi iki koltuğun arasına siniyor, fırtınanın geçmesini bekliyordu. Bir gün çok daha farklı ve korkunç bir şey oldu. Sözlü kavga onları tatmin etmemiş, babası annesini çok fena dövmüş, o hırsla kapıyı da çarpıp, evden çıkıp gitmişti. Yere yıkılan ve ağzından, burnundan kanlar akan annesini öyle görünce içi ezildikçe ezilmiş, babasına olan öfkesi de gün geçtikçe büyümüştü. Babası bir daha eve dönmemişti. Annesiyle birlikte aynı evde hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam etmişlerdi. Ama içinde kopan fırtınaların ne annesi ne babası ne de arkadaşları farkında olmamışlardı. Bir gün eve hiç gelmeyen babasını annesine sorduğunda tabii bir şeymiş gibi; “Boşandık, o bir daha bu eve gelmeyecek, sen görüşmek istersen gidip görebilirsin” demişti. O günden sonra babasını hiç görmemişti.

İçinde kabaran erkek düşmanlığı ise okulda birçok faciaya sebebiyet vermişti. En ufak bir tartışmada önüne gelen erkeği dövüyordu. Ağzından burnundan kan geldiğinde rahatlıyor, sakinleşiyordu. Rehber öğretmeni buna bir anlam veremiyordu. Ailesini derinlemesine inceleyince sebebini çok iyi anlamış ama çözüm bulamamıştı. Erkek öğrenciler ona bulaşmamak için ellerinden geleni yapıyorlardı.

Lise yıllarına geldiğinde, aradan epey bir zaman geçtikten sonra, annesi bir akşam işten dönerken bir erkekle eve geldi. Hayretle ve merakla bakışlarını adamın üzerinde gezdirirken annesi; “Bu benim arkadaşım, gece bizde kalacak” dedi. Artık neyin ne olduğunu anlayacak yaşı geçmişti. Bu “arkadaş”ın ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. O anda babasına olan nefretini annesine de duymaya başladı. Erkeklere düşmanlığı ise biraz daha fazlalaştı.

Onsekiz yaşına girdiğinde artık tamamen hür olmuştu. Önce çok sevdiği okulunu bıraktı. Bir iş buldu, çalışmaya başladı. Kazandığı ilk maaşından sonra kendisine bir ev kiraladı. Annesini arkadaşıyla bırakıp o eve yerleşti. Bir gün film seyrederken yapacağı işin ilk şimşekleri zihninde çakmaya başladı. 

İlk işinde başarılı olmuş, evine gittiği erkek avını soymuş, çok para kazanmıştı. Bu ilk avından sonra adamın şikayetçi olacağını düşünmüş, polislerin her an kapıya gelebileceği korkusuyla birkaç gün geçirmişti. Ama korktuğu başına gelmemişti. Demek ki adam olayı kimseye açmamıştı ya utandığından ya arkadaşlarının alayından, istediği kadını eve kapattığı dedikodusundan korktuğu veya içinde bulunduğu, kariyeri, mesleği, mevkii ile böyle bir durumu bağdaştıramadığından başına gelen olayın gizli kalmasını münasip görmüştü. Hangi sebeple olursa olsun bu lehine işleyen bir durumdu ve bol kazanç getirici bir iş üzerinde olduğu ve devam etmesi gerektiği konusunda kendisini daha da teşvik etmişti. Yıllarca bu işi yapmış, hiçbir avı da hiçbir zaman şikayetçi olmamıştı. Normal işine devam ediyor, geceleri de bu ikinci işini yani merhamet avcılığını sürdürüyordu.

Aslında anne babasının boşanmalarının kendisinde meydana getirdiği hayal kırıklığı, yüreğinde hissettiği acı uzun süre devam etmiş, onlara karşı can acıtıcı bir intikam duygusu benliğini sarmıştı. Anne babası sürekli kendisine “doğruluktan ayrılma, başkasının hakkına el uzatma, kul hakkının affı yoktur, hakkın olmayan şeye, hiç kimsenin malına göz dikme, hiç kimseye karşı kaba olma, gönül kırma” diye nasihat etmişlerdi. Ama boşanma öncesi safhada birbirlerine karşı bu nasihatlerin tamamını unutmuşlardı. Ayrı eve taşındıktan sonra bu nasihatlerin tersini yaparsa sanki onlardan intikam alacak, onların kendisini üzdüğü, kırdığı kadar kendisi de onları kırabileceğini, üzebileceğini düşünmüştü. Şimdi geriye baktığında bu yaptıklarından kendilerinin kırılmış, üzülmüş, acı çekmiş olduklarından pek emin değildi. Çünkü işlediği suçlar hiç ortaya çıkmamış, haber veya mahkeme konusu olmamıştı. Böyle düşününce yaptığı işin de amacından sapmış olduğunu derin derin düşünmeye başladı. Bu geceki işinin son işi olmasını diledi, ama nasıl?

Adam evinin önünde durdu. Yağmur durmuştu. Ev lüks bir semtteydi. Arabadan inen genç kız apartman kapısının önündeki aydınlatma ışıklarının altında parıl parıl parlayan arabaya dönüp baktı. Çok lüks ve pahalı bir arabaydı. Adam arabasını park ettikten sonra apartman kapısına yöneldi. Genç kız da kendisini takip etti. Asansöre bindiler. Yirmi yedinci katta durdular. Kapıyı açtıktan sonra genç kıza dönüp eliyle içeri buyur etti. Salona geçtiler. Yer gösterdikten sonra müsaade istedi. Biraz sonra elinde bir erkek pijamasıyla geri geldi. “Üstün ıslanmış, bunları üstüne geçir, yoksa üşütürsün” dedi. Salondan çıktı. Adamın hareketlerini takip eden genç kız, bu süre içinde adamın kendisine bakmamaya ihtimam gösterdiğini müşahede etti. Serbestçe soyundu. Pijamayı giydi. Islak elbiselerini koltuğun üzerine serdi.

*****

Adam salondan çıktıktan sonra yatak odasına geçti. Üstünü çıkarıp itinayla askıya yerleştirip gardıroba astı. Pijamalarını giydi.

Genç kıza biraz süre tanımak için karyolasına uzandı. Tavanı seyre daldı. Misafiri olan bu genç kızı düşünmeye başladı. Acaba ne derdi vardı? Maksadı neydi? Gece yarısı sokakta ne işi vardı? Görünüşü ve davranışları, kıyafeti kötü yola düşmüş birine benzemiyordu. Çok merak ettiği halde sormamaya karar verdi. Kendisine bir iyilik yapmak istemişti. Yanlış anlaşılmak istemiyordu. Yarın işe giderken istediği yere götürüp bırakmayı planladı. Ne de olsa evinde misafirdi. Salona gidip yanında biraz oturmayı düşündü. Salona geçti. Genç kız pijamasını giymiş, gösterdiği koltukta rahat bir şekilde oturuyordu. Kendisini görünce toparlandı, ayağa kalktı. Adam “rahatsız olma” dedi el işaretiyle oturmasını istedi. Kendisi de karşısına geçip oturdu. Genç kızı süzmeye başladı. Saçlarını kurulamış, taramıştı. Adam saçlarının uzunluğuna şaşırdı. Önü düğmeli pijamasının ortadaki iki düğmesi hariç diğerlerini açık bırakmıştı. Bembeyaz teni ve göğüslerinin bir kısmı görünüyordu. Yüzü az makyaj ve masumiyet taşıyordu. Gözleri davetkârdı. Çarpıcı bir güzelliği olduğunu fark etti. Bu cilvelerinden genç kızın zor durumda kalan, çaresiz bir kimse olmadığını anladı. Artık hayatını ve neden gece yarısı sokakta kaldığını merak etmiyordu.

Genç kız da bu geceki avının kendisini tam da bu şekilde algılamasını arzu etmişti. Bakışlarından, kendisine karşı istekle dolduğunu, artık hayat hikâyesini deşmeyeceğini anlamıştı.

Şimdi planın ikinci safhasına geçmek için en uygun zamandı.

– Kahve yapayım mı? beraber içeriz.

Aslında kahve içme zamanı değildi. Ancak gecenin uzun süreceği anlaşılıyordu.

– Olur, neden olmasın. Ben size mutfağı ve kahvenin yerini göstereyim.

Ayağa kalkıp mutfağa yöneldi. Genç kız da arkasından gitti. Adam mutfakta kahve fincanlarının yerini, ocağı nasıl yakacağını gösterdi. Genç kız hemen işe başlarken adam salona döndü.

Yaşayacağı gecenin hayalini kurmaya başladı. Genç kıza yardımcı olmaya karar verirken aslında böyle bir şeyi aklından geçirmemişti. Şimdi ise ortam doğal olarak kendisini o noktaya götürüyordu. Sanki aklı örtülmüştü. Başka bir şey düşünemiyordu. Aslında dinine bağlı, babasından en çok duyduğu nasihatlerden biri de “Oğlum, hiçbir zaman yabancı bir kadınla yalnız başına kalma. Bir erkekle bir kadın yalnız kalınca üçüncüsü mutlaka şeytan olur. Başına gelmedik kötülük kalmaz.” idi. Şu anda bırakın bu güzel nasihati, aklına kurduğu hayalden başka hiçbir şey gelmiyordu.

Genç kız mutfakta kahveleri yaptıktan sonra hep yanında taşıdığı, giyinirken çantasından pijamasının cebine koyduğu küçük şişeyi çıkardı. İçindeki sıvıdan beş altı damla kadar adamın kahvesine karıştırdı.

Genç kadın kahve tepsisi ile salona girip adamın kahvesini itinayla önündeki sehpaya yerleştirirken adam daldığı hülyadan uyandı. Teşekkür etti.

Genç kız kendi kahvesini sehpaya yerleştirdi. Kahvesini yudumlarken bir yandan adamı süzüyordu.

Adam da kahvesini yudumlarken genç kızı süzüyordu. Yüzü gittikçe aydınlanıyordu. Bakışlarında derin bir mana vardı. Sürekli gülümsüyordu. Konuşmak istedi. Ama dilinin ağzının içinde dolaşmadığını, söylemek istediği kelimeyi söyleyemediğini fark etti. Göz kapakları kapanmak için can atıyordu sanki. Genç kızın gülümseyen yüzü sisler içinde gittikçe uzaklaştı, küçüldü kayboldu gitti.

****

Genç kız, göz kamaştırıcı mobilyalar, halılar ve avizelerle döşenmiş evin içinde keşfe başladı. Masanın üzerinde, hayali olan dizüstü bilgisayar gözüne ilişti. Açtı, inceledi, şifre bile konulmamıştı. Bilgisayarı itina ile çantasına yerleştirdi. Esas istediği değerli maden ve paraydı. Kayda değer para ve altın bulamadı. Adamın yatak odasında, komodinin üzerine bıraktığı cüzdanındaki cep harçlığı kabilinden parayı aldı. Çantasına koydu. Burada işi bitmişti. Salona göz attı. Avı, kahvesini yudumlarken uzandığı kanepede aynı şekilde sessiz uyuyordu. Dış kapıyı aralık bırakarak güneş ışıklarının henüz mekân tuttuğu sokaklara kendisini bıraktı.

Bir müddet yürüdükten sonra yol kenarında kontrol vazifesi yapan polis ekibini gördü. O anda kendisini yakalatmak fikri aklına geldi. Yaptığı işin güzel bir şey olmadığını kendisi de biliyor ve bundan kurtulmak istiyordu. Dışarda serbest iken yıllardır yaptığı bu işten yakasını kurtaramayacağını da biliyordu. Eğer kendisini yakalatırsa hapse atılırdı. Bu işi de artık yapamazdı. Ayrıca hapis hayatını da merak ediyordu. Onu da yaşamalıydı.

Bu düşünceler içinde ekibe iyice yaklaşmıştı.

Ekipteki polislerden birinin dikkatini çekti. Elinde bilgisayarın olduğu çanta, günün bu erken saatinde bir köylü kızının buralarda ne işi olabilirdi?

Genç kız ekipteki polislerden birinin kendisine dikkatlice baktığını anlayınca dönüp aksi istikamete doğru koşmaya başladı. Geriye baktığında iki polisin aynı anda kendisini kovalamaya başladıklarını gördü. Maksadı hasıl olmuştu.

Polisleri biraz daha arkasından koşturduktan sonra gittikçe yavaşladı. Polisler kendisini yakaladığını zannetti.

– Neden kaçıyorsun?

– Sizi görünce korktum.

– Neden korktun, bu elindeki çantada ne var?

– Bilgisayar var.

– Senin mi, yoksa çaldın mı?

– Çaldım.

Bu cevaba polisler birbirlerine bakıp gülümsediler. Böyle hırsızla hiç karşılaşmamışlardı. Bu durumda hırsız bilgisayarın kendisine ait olduğunu iddia ederdi. Ama bilgisayarı nereden aldın, ne zaman aldın, bilgisayarı açar mısın gibi sorularla bilgisayarın kendisine ait olmadığını çaldığını anlarlardı.

– Nereden çaldın?

– İki sokak ötedeki bir evden?

– Bizi oraya götürebilir misin?

– Götürebilirim.

Genç kız önde, polisler arkada eve kadar gittiler. Kapı aralıktı. Polisler zili uzun süre çaldı. Ama içerden ses gelmedi.

Genç kız;

– Ev sahibine dün akşam uyku ilacı içirdim. Henüz uyanmadığını zannediyorum.

Polisler aralık kapıyı açıp ihtiyatla içeri girdiler. Adam, salonda uykuya daldığı kanepede ölü gibi yatıyordu. Epeyce uğraştıktan sonra adamı uyandırabildiler. Etrafına şaşkınlıkla göz gezdirirken, nerede olduğunu, gece yaşadığı olayları hatırlayamadı. Karşısında polisleri görünce şaşkınlığı korkuya dönüştü. Polislerin yanında duran genç kıza dikkatlice bakınca aklı başına geldi. Acaba kız, kendisini mi şikâyet etmişti, tecavüzle mi suçlamıştı? Korkusu paniğe dönüştü. Kendine geldiğinde gece yaşadıklarını, kahve sohbeti anına kadar tafsilatıyla anlattı. Ondan sonrasını hatırlamadığını söyledi. Polis bilgisayarın kendisine ait olup olmadığını sordu. Adam bilgisayarı inceledi. Kendisine ait olduğunu söyledi.

Polislerden biri nöbetçi savcıyı aradı, olayı anlattı. Savcı suçun ağır bir suç olduğunu, müşteki, şikayetçi olmasa bile tahkik edilmesi gerektiğini, itirafın kesin delil olmadığını, kahve fincanlarının muhafaza edilerek polis kriminal laboratuvarına gönderilmesi, suç yeri tutanağı tutulması, genç kızın mevcutlu olarak savcılığa getirilmesi talimatını verdi.

Polisler, sabahın erken saatinde karşılaştıkları bu garip olayın tutanağını tutup şikayetçi olmayan adamı ve genç kızı, ifade için karakola götürdüler.

*****

Ağır Ceza Mahkemesi’nde haftada üç gün sabahtan akşama kadar bazen de gece yarılarına kadar duruşmalar devam ediyordu. Yılda bin altı yüz dava açılıyordu. Duruşmalar en fazla üç ay sonraya veriliyordu. Buna rağmen her duruşmada yirmi, yirmi beş dosyaya bakılıyordu. Bir dosyaya yirmi dakika ayrılsa sekiz saat ederdi. Bazı yeni dosyaların iki üç saat sürdüğü olurdu. Neyse ki sanığı gıyabî tutuklu olan veya istenen deliller henüz dosyaya gelmeyen duruşmalar kısa sürüyor ve böylece bir denge sağlanmış oluyordu. Her duruşmaya özellikle beş altı tane de kararlık, yani muamelesi tamamlanmış karar vermeye hazır hale gelmiş dosya bırakılıyordu.

Hâkim bey duruşma dosyalarını incelerken bir gasp dosyası dikkatini çekti. Sanığı tutukluydu. Dosyada herhangi bir problem görülmüyordu. Sanık bir genç kızdı. Polisteki, savcılıktaki, Sulh Ceza Hâkimliği’ndeki ifadesi aynı idi. Çelişki yoktu. Suçu itiraf etmiş, teferruatı ile anlatmıştı. Müşteki ise şikâyetçi olmamıştı. Eğer duruşmada, sanık ifadesini değiştirmezse karara çıkabilirdi.

Tutuklu genç kızın dosyası ilk duruşma olarak başladı. Jandarmalar kelepçeleri çözdü. Mübaşir sanık sandalyesini gösterdi.

Genç kız telaşsız, heyecansız, donuk bir yüz ifadesiyle sanık sandalyesinde yerini aldı. Savunmasında, önceki ifadelerinden farklı bir şey söylemedi.

Müşteki şikayetçi olmadığını, bilgisayarını ve cebinden alınan parasının kendisine iade edildiğini, evinden başka şey alınmadığını söyledi.

Polis kriminalden gelen tetkik raporu okundu. Bir fincanda müştekinin parmak izi ve DNA’sının bulunduğu fincandaki kahve artığında uyku ilacının bulunduğu, diğer fincanda ise genç kızın parmak izi ve DNA’sının tesbit edildiği anlaşıldı.

Tevsii tahkikat (tahkikatın genişletilmesi) talebi olmadığı takdirde esas hakkındaki mütalaasını vermesi için dosya, duruşma savcısına tevdi edildi.

Cumhuriyet savcısı esas hakkındaki mütalaasında; “olay gecesi müştekinin yol kenarında, yağmur altında bekleyen sanığı yardım amacıyla arabasına alarak kendi evine götürdüğü, sanığın mutfakta kahve yapmak istediği, müştekinin kahvesine birkaç damla melatonin damlattığı, kahveyi içen müştekinin kısa sürede uykuya daldığı, sanığın kendisini savunamayacak hale gelen müştekinin bilgisayarını ve bir miktar parasını alarak evden ayrıldığı, böylece 765 sayılı Türk Ceza Kanunun 495 ve 497. maddelerinde tarif edilen gasp suçunu işlediği sanık, müşteki ve zabıt mümzii polis memurlarının beyanlarından, polis kriminal raporundan anlaşılmakla zikredilen maddeler gereğince cezalandırılmasına karar verilmesi kamu adına talep ve mütalaa olunur.” dedi.

Sanık ve müştekiden son sözleri soruldu.

Mahkeme heyeti, yani başkan ve iki üye karar vermek üzere müzakere için kapısı duruşma salonuna açılan Mahkeme başkanının odasına geçtiler.

Yapılan müzakere sonunda sanığın ağırlaştırılmış gasp suçu ile cezalandırılması konusunda oy birliğine vardılar.

Mahkeme heyeti yerini aldı. Başkan, kâtibe “yaz kızım” dedi.

Kâtip toparlandı. On parmağını daktilonun tuşları üzerine yerleştirdi. Başkanın ağzından çıkan sözleri otomatik tüfek hızı ve sesiyle yazmaya başladı.

– GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ;

Sanığın müştekiye geceleyin uyku ilacı vermek suretiyle kendisine karşı koyamayacak hale getirdikten sonra bilgisayarını ve bir miktar parasını almak suretiyle gasp suçu işlediği anlaşıldığından;

1-Sanığın 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 495. ve 497. maddeleri gereğince 15 yıl ağır hapis cezasıyla cezalandırılmasına,

2- Sanığın duruşmadaki iyi hali nazara alınarak takdiri tahfif maddesi uygulanmak suretiyle TCK’nin 59. maddesi gereğince cezasından altıda bir nisbetinde indirim yapılarak neticeten 12 yıl 6 ay ağır hapis cezasıyla cezalandırılmasına,

3- Başkaca indirim ve arttırıma yer olmadığına,

4- Sanığın kamu hizmetlerinden yasaklanmasına,

5-Tutukluluk halinin devamına,

6- Yedi gün içinde temyizi kabil olmak üzere, ayrıca takdir edilen ceza miktarı itibariyle re’sen de dosya temyize tabi olduğundan Yargıtay ilgili dairesine gönderilmesine dair verilen karar açıkça okunup usulen anlatıldı.

Sanık kararı sükûnetle dinledi. Ancak bu kadar ağır cezayı beklemediği ve şaşırdığı her halinden belli oluyordu. Jandarmalar hemen yanına gelip kelepçesini taktılar. Duruşma salonundan çıkarılırken her ceza alan sanığın yaptığı gibi iki jandarmanın arasından başını döndürüp heyete dikkatlice baktı.

*****

Kapı çalındı. Hemen arkasından Cezaevi Müdürü elinde bir davetiye ile belirdi. Hâkim bey müdüre yer gösterdi. Müdür davetiyeyi masaya bıraktı, gösterilen yere oturdu. Hâkim bey;

– Müdürüm oğlunu mu evlendiriyorsun?

– Hayır hâkim beyim, Cezaevinde bulunan mahkumların hazırladığı bir gece tertip ettik. Bu o gecenin davetiyesi, eğer gelirseniz şeref verirsiniz. Hâkim bey davetiyeyi açıp tarihine baktı. Unutmamak için masanın köşesindeki kitap yığının üzerine koydu.

– İnşallah gelirim.

Müdür davetiyeleri dağıtmak üzere ayrıldı. Hâkim bey bugüne kadar böyle bir davetiye hiç almamıştı. Merak etti. Gitmeye karar verdi. Zaten Cezaevi de adliyeye bitişikti.

Normal mesai saatinden sonra epeyce bir süre çalışıyordu. Gösteri saatinde adliyeden cezaevine geçmesi kolaydı.

*****

Cezaevinde gösteri için ayrılan bölümün ön tarafı, hâkim ve savcılarla dolmuştu. Arka tarafta ise cezaevi personeli ve mahkumlar yer almıştı. Tiyatro sahnesi gibi bir yer hazırlanmıştı.

Hâkim bey garip duygular içindeydi. Bir tarafta mahkumlar, diğer tarafta onlara ceza veren hâkim ve savcılar bir aradaydı. Aklına “dünyanın hali belli olmaz, hâkim de olsak bu mahkumların içinde yer alabilirdik” düşüncesi gelip yerleşti. Ürperdi. Eskiler ne demişti: “İnsan beşer, durmaz şaşar, eyler hatâ, üçer beşer. Düz ovada yürür iken, ayağını sürter, düşer.”

O anda hafızasına bir kitapta okuduğu ibretlik bir olay geldi.

“Şeyh Abdulkâdir Geylâni hazretleri bir gün Bağdat’ın eski sokaklarında talebeleri ile birlikte yürürken yolun kenarında, üstü başı perişan bir sarhoş, onu durdurdu ve ona;

– Ey Abdulkadir, Allah kâdir midir değil midir?

Hazreti Şeyh gülümsedi ve;

-Evet kâdirdir.

– Ey Abdulkâdir, Allah kâdir midir değil midir?

Hazreti Şeyh yine gülümsedi ve;

-Evet kâdirdir.

– Ey Abdulkâdir, Allah kâdir midir değil midir?

Hazreti Şeyh bu sefer ağladı, secdeye kapandı ve üç sefer;

– Kâdirdir, kâdirdir, kâdirdir.

Talebelerine o sarhoşu götürüp yıkamalarını ve ikram etmelerini buyurdu. Bu değişik muhavereye şahit olan talebeler hiçbir şey anlamadı ve Şeyh Abdulkadir Geylani Hazretlerine sual ettiler. Şeyh hazretleri;

-Birincide bana “Allah beni affetmeye Kâdir midir değil midir” dedi. Ben de “kâdirdir” dedim. İkincide bana “Allah beni senin yerine koymaya Kâdir midir değil midir” dedi. Ben de “evet kâdirdir dedim, üçüncü de bana “Seni benim yerime koymaya Kâdir midir değil midir” dedi. Ben de korkumdan ağladım ve “kâdirdir, kâdirdir, kâdirdir” dedim ve secdeye kapanıp Allahü Teala’ya hidayet nimetini benden almaması ve afiyetini üzerime daim kılması için diye dua ettim. “

Gösteri başladı. Müdür beyin misafirlere hitap sesiyle hâkim bey daldığı tefekkürden uyandı.

Müdür bey mahkumların cezaevinde yaptığı el emeği, göz nuru ürünlerini göstereceklerini, küçük bir tiyatro gösterisi yapılacağını, ondan sonra da cezaevinde en uyumlu, en sevilen ve en çalışkan mahkumların teşekkür ve takdir belgelerinin verileceğini söyledi. Mahkumların inci boncuklardan süslediği, telefon, çakmak kılıfları, çantalar, oyma ahşap mücevher kutuları âdeta cezaevinde geçen uzun zamanların şahidi gibi idi ve her biri takdiri hak ediyordu.

Daha sonra mahkumların senaryosunu yazıp sahneye koydukları ve oynadıkları bir Ağır Ceza Mahkemesi duruşması canlandırıldı.

En son Müdür bey tekrar sahneye çıktı. Cezaevinin en uyumlu, en başarılı, en çok sevilen ve cezaevine girdikten sonra yarım kalan lise tahsilini bitiren, ardından üniversite imtihanına girip açık öğretim işletme ve iktisat fakültelerini bitiren mahkûmu ve takdir belgesini kendisine vermek üzere Başsavcıyı sahneye davet etti.

Sahneye doğru gelen mahkûm bir genç kızdı. Müdürün yanında durdu. Seyircilere dönerek saygıyla selamladı. Hâkim bey aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen bu genç kızı tanıdı. “Karanlıkların Merhamet Avcısı”nın ta kendisiydi.

——-

Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.

Emin ARICI

Öğretmen, Hakim, Avukat, İlahiyatçı, Mütekaid

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu